Gemi ilerledikçe önce ada ve sonra siyah dumanlar kaybolmuştu.
Noah: “Tayfa, artık zamanı geldi!” deyince tayfa, günlerce yetecek su ve gıda ile doldurdukları botu denize bıraktı. Sıra ile bota inip gördükleri küçük kayalık adaya gittiler. Gemi, kayalık adadan biraz uzaklaştıktan sonra durdu. O ana kadar herkesin aklında adada yaşadıkları vardı ama o vakitten sonra başlarına neler geleceğine dair kaygılar oluşmaya başladı.
Noah’ın, anlattıklarıyla oldukça korkmuşlardı. Yaşadıkları hissiyat, kurdunu bekleyen kuzuların hâlinden farksızdı. Ümitleri, kurtların şimdilik onları parçalamamasıydı. Planları, dış dünyanın toprağına adımlarını atar atmaz iyilerin ittifakına katılmaktı. Petrus, Linda, Cindy ve diğerleri geminin kamarasında zalimlere karşı Tanrı’dan yardım istiyordu:
“Tanrım, günahsız yavrularımızın, ihtiyarlarımızın yüzü suyu hürmetine bizi koru! Sen’den başka sığınağımız yok. Hükmünü hem denize hem de kalbi deniz gibi kötülükle dolu bozgunculara geçiren ancak Sen’sin! Bizi bu dünya denilen gurbette yalnız bırakma.”
Abraham da içten yapılan bu dualara, peygamberlerin yaptığı yakarışlarla iştirak etmek istiyordu. Bunun için getirdiği sandığı aradıysa da bulamadı. Mark, onun telaşla etrafına bakınmasını fark edince seslendi:
“Dostum o hazineyi boşuna arama. Artık denizin dibinde! Sana demiştim onu götüremeyiz diye.” dedikten sonra kaşlarını iyice çatarak devam etti:
“Sen bizim oyun mu oynadığımızı sanıyorsun? Hissiyatınla davranıp bizi ve kendini büyük bir tehlikeye atamazsın! Adamlar Tanrı kelimesinden nefret ediyor. Dış dünyaya çıkınca yazılı en eski ilahi metinlerle her inançtan önce tevhit inancının var olduğunu ispatlamak için onları sandıkta taşıdığını biliyorum. O sandığı açıp bakarlarsa ne diyeceksin? Kaldı ki sen de duydun, dış dünyadaki insanların çoğu, söylenilen hak mı, doğru mu umursamıyor. Söyleyen güçlü mü, değil mi? Buna bakmıyormuş. Bu yüzden çalışıp güçlü olmamız gerek.”
Abraham, Mark’a bir şey deme hakkının olmadığını bildiği için hiç cevap vermedi. Odesa işaret parmağı ile çok uzakları işaret ettikten sonra:
“Geliyorlar!” diye bağırdı.
Seth, Noah’a bakarak:
“Vay be, baksana adamlar küçük bir donanma ile geliyorlar. Görebildiğim kadarıyla üç gemi var.” dedikten sonra sırıtarak ekledi:
“Boşuna bunlarla didişmeyin, başa çıkamazsınız demiyorum! Senin övdüğün ülkende sağlam bir gemiyi zar zor bulduk.”
“Önemli olan keyfiyet, kemiyet değil!” diye cevapladı Noah.
Seth, içinden:
“Ben sana birazdan göstereceğim o anlamını bilmediğin keyfiyeti de kemiyeti de.” diye geçirdi.
Noah, yaklaşmakta olan gemilere bakarken birilerinin onun omuzuna dokunduğunu hissetti, arkasına döndüğünde gördüğü manzara her şeyi anlatmaktaydı. Önde gençler, arkada büyükler dizilmişti. Adalılar adına Petrus dedi:
“İnce bıyıklı genç, sana ne kadar teşekkür etsek azdır. Sen olmasaydın tek başımıza ne Lord’un zulmünden ne de lavlardan kurtulabilirdik!”
Duygusal atmosferin üzerine denizden gelen ılık meltemin de etkisiyle Noah, gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu, onlara diyemedi:
“Kolay kolay insan öldürmeyen Lord’unuzdan kurtulduk ama balık tutar gibi insan ruhunu, değerlerini, canını katleden birçok zalimin olduğu bir dünyaya gidiyoruz. En kötüsü de onlar sizin Lord’unuz gibi değil, kapkara kalplerini çok iyi gizliyorlar!”
Abraham, ağlayan gözlerle boyu yettiği kadar ona sarıldıktan sonra:
“Bize söz verdin, dış dünyada seninle görüşeceğiz değil mi? Sözünü tutacağını biliyorum!” dedi.
Mark:
“Çaldığım mayınlardan dolayı özür diliyorum.” deyince hüzün dolu çehreler tebessüm etti.
Odesa:
“Beni kodesten baygın çıkartıp kilometrelerce tünelde ve ormanda taşıdığın o gün anladım fedakârlığın ne demek olduğunu!” dedi süzülen gözyaşlarıyla. Odesa, Noah’ın sağlıkla ilgili bir mesele olmadıkça bayanlara dokunmadığını bildiği için ona sarılmamıştı ama ruhu sanki bedeninden ayrılıp bu iyilik savaşçısına son kez dokunmuştu. Aralarında en zayıf olup duygusallığı en fazla olan Melisa’nın ağlamaktan pınara dönüşmüş gözleri her şeyi anlatmaktaydı. O konuşmadan Noah söyledi:
“Papatyalara bakıp mutlu olan iyi kalpli Melisa! Tanrı seni iyilerle karşılaştırsın. Davetinizi bekliyorum.”
O anda Melisa ve Abraham göz göze geldi. İkisi de bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamıştı. Noah, gözüyle Seth’i gösterince ona da teşekkür etmeleri gerektiğini anladılar. Seth’in hoşuna gitmişti övgü dolu sözler duymak.
“İnsanlık için yapamayacağım şeyler yoktur!” gibi hamaset dolu ifadeler söylüyordu ki gemilerin yaklaştığını görünce:
“Haydi, tiyatro başlasın! Herkes yerine geçsin.” dedi.
Seth yaklaşmakta olan gemilerin dürbünle onları izleyebileceğini düşündü. Ağlayan insanları nasıl açıklayabilirdi? Bizi öldürmeyin diye ağladıklarını söylese pek mantıklı bir ifade olmazdı. Herkes görev yerine gitti. Abraham ve Mark hariç bütün adalılar geminin kamarasına girmişti. Noah ve Seth önce birbirlerine bağırmaya sonra birbirlerini iteklemeye başladılar. Gelen geminin iyice yaklaşıp iskelesini atmaya saniyeler kaldığı anda Noah ve Seth birbirlerine vurmaya başladılar. Seth göz ucuyla baktığında ilk adamın gemiye zıpladığını gördü. Adamın duyacağı şekilde Noah’a bağırdı:
“Lanet pislik, sakın kıpırdama, çürümüş cesedinin kokusu İstanbul’a kadar gider!”
Noah, birkaç adım atmıştı ki önce patlayan barutun kulakları sağır eden sesi duyuldu. Sonra Noah’ın çığlığı ve en son suyun sesi. Noah, vurulduğu gibi suya düşmüştü. Gemiye çıkan adam, arkasındaki iri yarı adamlarla hemen Seth’in yanına gitti. Onlar da ateş etmek istediler. Noah’ı göremeseler de ardı ardına sıktılar. Onlar da biliyorlardı bu atışlarının boşuna olduğunu ama böyle ayak takımı için önemli olan bir şeyler yaptıkları izlenimi vererek patronlarının gözüne girmektir.
Geminin içi yırtık pırtık elbiselerinden, saçı sakalı birbirine karışmış, tek gözlü olmalarından korsan oldukları anlaşılan adamlarla dolmuştu. Tek gözleri, para için her şeyi yapabileceklerini anlatmaktaydı. Fıçılar dolusu şarap karşılığında tutuldukları hâllerinden belliydi. Bir süre sonra ipek pantolonu, kadife ceketi ve elinde bastonuyla patron olduğu anlaşılan adamın gemiye girdiği görüldü. Mark, onun parmağındaki kırmızı kalın yüzüğü görünce aklından geçirdi:
“Kahretsin! Yanılmamışım bu diğerleri dediklerimizden.”
Dudağının altındaki tabanı yukarıda olan ters üçgen sakallı bu adam, ilginç bir görünüme sahipti. Sakalını aşağı doğru örmüştü, onu adadaki keçilere benzetti. “Adamlar bir de adadaki keçiler gibi inatçı ise vay hâlimize!” diye düşündü.
“Seth ne oldu burada? Biz her şey istediğimiz gibi diye düşünüp tam gemiye binerken bu kavga, dövüş ve barut sesi de ne?”
“Efendim, bu Noah denilen yobaz, beraber geldiğimiz grubun başkanı, sizin gelmek üzere olduğunuzu görünce üzerime çullanıp: ‘Hain’ diye bağırmaya başladı. Onu canlı olarak etkisiz hâle getirmeye çalıştıysam da baktım bana usturayla saldıracak ben de vurdum.”
“Adına bakılırsa Müslüman değil!”
“İnanın anlayamadım. Adam benim bilmediğim Yahudi inançlarından bahsediyor. Havva, yılan meselesi gibi birçok konuda bilgi sahibi.”
“Neyse ne, denizdeki kana bakılırsa adamın yaşaması çok zor. Peki, tayfaya ne oldu?”
“Bu Lord denilen adam bizi hapsettirmişti. Onlar bizi kurtarmak için göl içindeki adaya girmişler, çıkan hengâmede biz kaçabildik ama onların öldüğünü duyduk.”
Seth adamın bakışlarından bir şeylerden şüphelendiğini anlamıştı. Yardımcısına işaret edince:
“Buyurun Signore!” diyerek yanına geldi.
“Git kamaradan bir adamı buraya getir.”
Yardımcısı ilk bulduğu kişi olan Petrus’u Signore’nin önüne attı. Signore ise iyi polis rolü oynayarak kaba tavrından dolayı yardımcısına kızdıktan sonra sordu:
“Gemideki tayfaya ne oldu? Seth onların boğulduğunu söyledi ama onların nasıl boğulduğunu görememiş. Sen görmüş olmalısın bir anlat.”
Abraham ve Mark, o an Noah’ın sinsi adamlarla ilgili uyarılarında ne kadar haklı olduğunu anladılar. Seth, onların boğulduğunu söylememesine rağmen öyle söylemiş gibi yaparak birbirlerini korumak için yalan söyleyip söylemediklerini kontrol ediyordu. Petrus dâhil herkes önceden derslerine çok iyi çalışmışlardı.
“Biz bu gemiye bindiğimizde tayfa zaten yoktu. Ben orada yoktum, bildiğim tek şey, onların Lord’un adamları tarafından öldürüldüğüdür. Muhtemelen çıkan hengâmede yaralanarak ölmüşlerdir.” dedikten sonra Signore’nin önünde başını eğmeyi düşünmüştü fakat böyle yaparsa Signore’nin önünde nasıl davranması ve ne söylemesi gerektiği konusunda önceden bilgilendirildiğinin anlaşılacağını gözeterek bundan vazgeçti. Oradan ayrılacağı sırada Signore’nin yardımcısının ona başını eğmesini işaret ettiğini görünce eğildi. Lord’un önünde de eğilirdi ve:
“Tanrı’nın temsilcisi efendimiz, nasıl buyururlarsa!” derdi. Son anda bu gafı yapmadı. Ne diyeceğini bilemediği için sustu. Önceden dindar görünümlü Lord’un önünde eğiliyordu. Şimdi de bu adamının önünde eğiliyordu.
Signore, aldığı cevapla Seth’in doğru söylediğine karar verdi. Bu gelişme sadece Seth’i değil adalıları da rahatlatmıştı. Artık Seth’in menfaati gereği onları satmayacağından emindiler.
Abraham, göz ucuyla denizi süzerken küçük çaplı kaval gibi bir şeyin deniz yüzeyinde dik bir şekilde ilerlediğini fark etti. Gördüğü şeyden emin de değildi, çünkü bu küçük çomağın rengi deniz gibi maviydi. Zaten etraftaki kara bulutların arasından süzülen güneş ışığının deniz yüzeyinde parladığı bu yerde çomağı fark edebilmek zordu. Bu yüzden gemideki adamların bunu fark etmesi imkânsız gibiydi.
Abraham, Noah’ın denizin altından ilerlerken bu borudan nefes aldığını anlayarak rahatladı. Çünkü planda Noah’ın vurulmaması gerekirdi. Denizdeki kandan Seth tarafından vurulduğunu anlamışlardı ama onun hızla sırt üstü şekilde kendini denize atmasından neresinden yaralandığını fark edememişlerdi. Seth, planı bozmamıştı ama Noah’a unutamayacağı bir sürpriz yapmıştı. Onun ölmesini istedi mi, istemedi mi tam anlayamamışlardı. Abraham, Noah’ın denizdeki kanını görünce bir ara:
“Hepinizin canı cehenneme pislikler!” deyip son mayını patlatmayı düşünse de bundan vazgeçti. Ümit ettikleri gibi Noah ölmemişti ama ölümden beter acılar yaşıyordu. Kurşun Noah’ın kolunu sıyırmıştı ama kanayan yaraya temas eden tuzlu deniz suyu ona inanılmaz acılar yaşattı. Izdırap çeke çeke, bazen yaralı kolunu da kullanarak su altından ilerledi.
Neyse ki mistik örgüt tarafından işgal edilen geminin gittiği yönün tersi istikametinde gittiğini görünce su yüzüne çıkarak kayalık adada onu bekleyen arkadaşlarına seslendi ve yarasız koluyla kendini göstermeye çalıştı. Gidecek mecali kalmamıştı, her an bayılabilirdi. Arkadaşları ne olur olmaz diye gizlendikleri kayalıklardan çıkarak onun yardımına botla gittiler. Yarı baygın hâldeyken onu bota aldılar. Hemen yarasını sarıp daha fazla kan kaybetmemesini sağladılar. Noah, yavaş yavaş kendine geliyordu. Pala bıyıklı Seth’e küfürler saydırınca Noah dedi:
“Namussuz ama katil değil. Beni karnımdan vurmadığı gibi iyi bir denizci olduğumu bildiği için tek kolumla da kurtulabileceğimi tahmin etti. Tuzlu su çok acıtsa da yarayı yakarak kanamayı durduracağını da biliyordu. Adi köpek, acıdan bayılacağımı hesaplamış olmalı ya da böyle acılar içinde ölmemi mi istedi bilmiyorum! Siz gelmeseniz boğulacaktım.”
Signore’nin kamaraya doğru yöneldiğini gören mazlumlar, dua eder şekilde kaldırdıkları ellerini indirdi. Kapı açılınca karşısında genç, ihtiyar birçok adalıyı gören Signore:
“Tanrı’ya şükür, hepiniz kurtuldunuz!” dedi.
Hiç kimseden cevap çıkmayınca:
“Ne yani yoksa Tanrı’ya inanmıyor musunuz? Bu tavır size yakıştı mı?” diyerek onlara zarf attı. Ama adadılar hem derslerine iyi çalışmanın hem de Signore denilen bu adamı uzun burnu, sivri çenesi, kepçe kulağı ve ilk defa gördükleri parlak elbisesi ile ikonlardaki şeytan tasvirlerine benzetmelerinden kaynaklanan korkunun sonucu olarak hiç ses çıkarmadılar. İçlerinden biri bir şey demeleri gerektiğini düşünerek:
“Tanrı olsaydı, bize acır ve felaketten korurdu!” diye cevap verince Signore, yaşadığı mutluluğu gizlemeyerek kahkaha attı. Mistik örgütün yaptığı en iyi yöntem, bir sıkıntıya maruz kalana yaklaşıp Tanrı olsaydı ona mutlaka yardım edeceğini veya varsa da hiç merhametli ve şefkatli bir Yaratıcı olmadığını anlatmaktı. Böylece ızdırap içindeki adamın öfkesini Tanrı’ya yöneltmesini hedeflerlerdi.
Signore’nin kendisi kumpasçı olduğu için insanlara güvenemiyordu. Seth’in kulağına fısıldadı:
“Hani aralarında tevhide inananlar vardı?”
Seth, bu adamların kuleden adayla ilgili duyduklarından özellikle dinî meselelerle ilgileneceklerini bildiği için bu soruya hazırlıklıydı:
“Efendim, tevhide asıl inananlar, Tanrı’nın onlara yardım edeceğini zannederek orada kalmayı istediler. Gelenlerin çoğu ya bizim gibi gökteki tanrılarımıza inanıyorlar ya da hiçbir inanca sahip değiller. Aralarındaki birkaç kişi de gelenek olsun diye Tanrı’ya inanıyordu, o kişilerin de inançlarını yönlendiririz diye düşündüm.”
Signore, Seth’in dediklerinin doğruluğunu araştırmak için onlara sordu:
“En büyük tanrınız kim?”
“İsmar, Sin ve Sames’tir.” diye ortak bir ses duysa da böyle cevap vermeyenlerin de olduğunu anlayan Signore, bunu umursamadı. Önemli olan Yahudilerin Yehoda, Hristiyanların Tanrı, Müslümanların Allah diye isimlendirdiği tek olan aynı Yaratıcı’dan bahsetmemeleriydi. Signore, tekrar Seth’e dönerek sordu:
“Adadaki kulede konuşan simyacı hangisi?”
“Efendim o, biz adaya gitmeden kısa bir süre önce ortadan kaybolmuş, öldü mü, yaşıyor mu bilemiyoruz. Ailesi son ana kadar onu aradı ama bulumadı.”
Cindy, Odesa ve Melisa’nın babalarının kayboluşuyla ilgili tutarlı konuştuklarını anlayan Signore onlardan şüphelenmiyordu ama İlius’un ortadan kaybolmasına makul açıklama bulmaya çalışıyordu
“Ne tür çalışmalar yapardı. Simyacılar üstat-talebe ilişkisi ile çalışırlar. Yaptığı çalışmaları mutlaka bir öğrencisine anlatmıştır” diye sorunca Odesa içinde formüllerin ve çalışma günlüklerinin olduğu papirüsleri uzatıp dedi:
“Çalışmalarını gizli yaptığı için neyi araştırdığını tam olarak bilemiyoruz ama sesi uzaklara ulaştırmanın daha gelişmişini araştırdığını düşünüyoruz. İşinin erbabı simyacılar bu formülleri anlar.”
Bu mistik grubun adaya gelmesinin asıl sebebinin sesin iletimi ile ilgili buluşu öğrenmek olduğunu herkes iyi biliyordu. Bununla ilgili formülleri, kullanılan malzemeleri öğrenmek isteyeceklerini de biliyorlardı. Mark ve Odesa İlius’tan duydukları bazı formüllere ilgisiz ekleme ve çıkarmalar yapmışlardı.
Signore, elmas hazinesi bulmuş gibi formüllerin yazılı olduğu papirüsleri aldığı gibi yanında getirdiği kartuşa koydu. Aklı sıra diğerleri diye bilinen art niyetliler bu formüllere bakınca her şeyi anlayıp bu buluşu yapacaklardı. Signore, Seth’e adalıların birlikte olmaları durumunda beraber hareket edip kendilerine karşı çıkabileceklerini, sesin iletimi ile ilgili buluştan bahsetmeden bilinmeyen bir adadan bu insanları kurtardıklarını anlatmaları durumunda birçok aydının da desteğini alıp sempatilerini kazanabileceğini, oluşan mazlumluk havasının etkisiyle bu adamları farklı ülke ve şehirlerdeki kritik yerlere sokabileceklerini anlattı ve ekledi:
“Anlayacağın, onların mazlumluklarını amaçlarımız için kullanabiliriz. Hatta belki ileride aslında adada olmayıp da varmış gibi bir şeyleri kullanabiliriz.”
Önceden Noah ile planladıkları gibi Seth, Abraham’ı cesareti, Mark’ı simyacı kimliği ve Odesa’yı eski İbranice kelimelere olan hâkimiyeti ile tanıttı. Signore de onları kabiliyetlerine göre farklı yerlere gönderdi. Abraham’ı yeterince tanımayan ve onun asıl kabiliyetlerini fark edemeyen mistik grup onu Amerika kıtasında yerlilerle savaşta kullanmaya çalıştılar. O bir yolunu bulup kaçmıştı. Onu ilk arayacakları yer olan ailesinin yanına dönmedi.
Noah’ın bahsettiği fiziki görünümlü din adamını her yerde aramaya başlamıştı ama koca kıta gitgide bitmezdi. Abraham, her yerde onu aradığını, bu papazın da bildiğini ve bu yüzden merkezî yerlerde ikamet edeceğini düşündü. İlk aklına gelen Washington’daki Meryem Ana Kilisesi’nde aradığı fiziksel özellikli adamı buldu. Sağ kulak memesindeki kesiklikten onu tanıdı. İsmi ve ünvanı da uyuşuyordu.
Güvenlik sorusundan aldığı doğru cevapla aradığı kişiyi bulduğundan emin oldu. Onun yanında kalarak diğer samimi Hristiyanlarla birlikte mistik grubun bu kıtayı karıştırma teşebbüslerine karşı Hz. İsa’nın öğütlerini anlatarak Yeni Dünya’yı cennete çevirmeye çalıştılar.
Abraham gaye-i hayali ile ilgili stratejisini belirleyip yola çıktıktan sonra tıpkı eski günlerdeki gibi yıldızlarla parlayan mavi gökyüzüne baktı. Önce adayı sonra da sevdiklerini hatırladı. O anlarda kalbi küt küt değil sanki patlayan mayın gibi çarpıyordu. Yatağın sağına soluna dönse de anlamıştı kalbinin bir şeylerden huzursuz olduğunu. Teşhisi koymuştu kalbi, âdeta isyan bayrağını çekmişti:
“Önce Hakk’ın hatırı, insanlık sevgisi dedin, ses çıkarmadık ama yeter artık! Eksik yanımızı tamamla.”
Bu ses sadece bedeninin sol yanında değil bütün vücudundan geliyordu. Aslında kalbinin küt küt atmayıp “Melisa, Melisa…” dediğini anlayınca hemen onu bulmak için yola koyuldu.
Kardinalin yardımıyla tahmin ettiği gibi onu Tanrı’nın evinde bir rahibe olarak bulmuştu. Bakışlarıyla Melisa’ya her şeyi anlatmaktaydı. Aynı şekilde Melisa:
“Bir rahibe olarak nasıl seninle evlenebilirim?” demekteydi. Kardinal, hâkim olan rahip, rahibe anlayışının böyle olduğunu ama insanların resmî din görevlisi olmadan da inançlarına hizmet edebileceklerini ve samimiyet ölçüsünde mükâfatlarının kat kat artacağını söylemesi üzerine hiç vakit kaybetmeden annesi Cindy’nin onayını alarak Melisa ile evlendi.
İdealistler ve mistik örgüt, bazı yönlerden birbirine üstünlük sağlasa da bu amansız mücadelede bir taraf tam olarak galip olamadı.
Mark’ın, meşhur birisi olan Dr. Wickens’i Zürih yakınlarında bulması zor olmadı. Mark, hem mistik örgütün hedefindeki Dr. Wickens’i korudu hem de onun çalışmalarına katıldı. Örgüt anlayamamıştı birkaç defa gıdasına zehir atmalarına rağmen neden onun yerine kendi adamlarının öldüğünü. Sürekli onu izleyen hafiyelerden dolayı onu silahla da öldüremezlerdi. Onun, Newton ve diğer cinayetlerle ilgili polise ihbarda bulunmadığını görünce bir süre sonra onu öldürmekten vazgeçtiler.
Dr. Wickens, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunacağını düşünerek Isaac Newton’un bazı bilgi notlarını bilim adamlarıyla paylaştı. Verdiği malumatla sesin, yazının, görüntünün enerjiyle uzak yerlere iletebileceğine inanmaya başlayan bilim adamları araştırmalarını bu sahada yoğunlaştırdılar. Mistik örgütün yönlendirmesiyle Mark, bir süre Kudüs’te kaldı. Orada Odesa’yı buldu eskisi gibi dik başlı ve keskin sözlü olmayıp bir bayana yakışır şekilde ağırbaşlı olduğunu fark edince onunla evlenmek istedi. Odesa da onun eskinin aksine daha cesur ve kadına değer veren bir mizaçta olduğunu anlayınca bu teklifi kabul etti.




Write a comment ...