“Sizin incinmenizi istemem, cemaat üyelerim arasında bazıları sizin dininize karşı sert bir tutum içindeler. Yahudileri kötü vasıflarla gösteren bazı ayetleri söylüyorlar. onlara karşı sizi savunmak istiyorum ama bir Yahudi olarak ben de o ifadelerden inciniyorum, buna ne dersiniz?” diye sordu hahambaşı
“Değerli dostum, sen ve senin gibi iyi niyetlilerin incinmesini hiçbir mümin istemez. Kitapta kastedilen o dönem Medine’de bulunup sözlerini tutmayan, düşmanla işbirliği yapan ve bozgunca vasıflara sahip olan Yahudilerdir, yeryüzündeki bütün Yahudiler değil.
Bununla birlikte Kur’an’ın, o döneme ve tüm çağlara hitap ettiğini düşünürsek onların içinden çıkacak bazı kişilerin bozguncu anlayışlara önderlik yapacağı uyarısında bulunmaktadır. Senin gibi iyi niyetli olup tek derdi Tanrı’nın buyruğunu yaşamak isteyenleri bu bozguncu Yahudi gruplarına aldanmayan ve onları önleyin diye uyarıyor.
Kur’an-ı Kerim’de en çok adı geçen peygamber kim biliyor musunuz? Yahudi olduğu bilinen Hz. Yusuf, Süleyman, Davut, Yunus, İsa gibi daha birçok peygamber ismi geçiyor.”
Âlim sorusuna kendisi cevap verdi:
“Hz. Musa’nın ismi yüz otuz altı defa geçiyor. Kavminin yaşadıkları farklı surelerde olayların farklı yönleriyle anlatılmaktadır. Demek istediğimi anlamışsındır dostum. Cemaatine bunları anlat, sizden daha çok biz Yahudi peygamberlerinden bahsediyoruz. Onların kıssalarını hatırlayarak onlara sevgi ve hürmetlerimizi iletiyoruz.” dedikten sonra ilave etti:
“Ayrıca şimdi aklıma geldi. Time isimli Medineli Müslüman hırsızlık yapıyor. Çaldığı zırh evinde çıkınca zırhı Yahudinin getirdiğini söyleyip suçu ona atıyor.
Time, yalan söyleyip inkâr ettiği gibi kavminden bazılarını kendine yalancı şahit etmiş. Şahitleri de görünce Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Time’nin masum olduğunu düşünmeye başladığı anda ayet inmiş: ‘... Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm ver. Hainler için ise müdafaa edici olma. (4,105)’
Senin de anladığın üzere Kur’an ayeti Yahudi’nin masum olduğunu Time adlı Müslüman’ın da sahtekâr olduğunu ortaya çıkarıyor. Bunun gibi birçok örnekle İslam’ın her zaman masum Yahudilerin yanında olduğunu gösterebilirim.”
Hahambaşı, âlim dostuna hak vermişti. Sadece cemaatin değil kendi sorularının da cevabını bulmuştu. Onun derin sessizliğini Seth’in gelmesi bozdu. Seth, kardinal ve Dr. Wickens’i görünce hayret etti ve sonra onu neden davet ettiklerini de anlamlandırmaya çalıştı.
Hahambaşı:
“Seth, evladım senin de tahmin edebileceğin gibi konu adalılar. Dostlarımla ortak bir karara vardık. Adadaki masumları kurtarmak için bir plan kurduk, diğerlerinin yani mistik grubun onlara zarar vermemesi için en kritik görev senin olacak.” diye başladıktan sonra planın ayrıntılarını, mistik grubu nasıl yanıltacaklarını anlattı. Onu Noah ile tanıştırdıktan sonra adada ona yardım etmesi gerektiğini, karşılaşacakları sürprizlere karşı hazırlıklı olup beraber çözmeleri gerektiğini söyledi. En son ifadesi şuydu:
“Noah’ı vurmuş gibi yaptıktan sonra önceden Noah’ın seni yönlendireceği şekilde o insanların kabiliyetini anlat. Zaten büyük ihtimalle onları birbirlerinden ayırmak isteyeceklerdir. Yani onlardan kimin hangi ülkeye hangi şehre gönderileceğinin kararlaştırıldığı aşamada sen o despotları Noah’ın önceden söylediği direktifler doğrultusunda yönlendir.
Örgütün dünya çapında etkin olduğunu göz önüne alırsak onları farklı şehirlerdeki kritik yerlere sokmaya çalışacaklardır. Daha açıkçası ya bir ilim yuvasına ya da semavi bir dinin üst düzey dini yönetimine sızmaya çalışacaklardır, bunu gözeterek Noah ile karar verin.”
Seth’in isteksiz gözlerle kendine baktığını fark eden Hahambaşı hatırlattı:
“Biliyorsun benim tek vârisim kızım!”
Seth bunun sevdiği Maria’ya kavuşmak anlamına gelmekle beraber boğazın en değerli yalılarından birine ve daha birçok gayrimenkule sahip olmak anlamına geldiğini de biliyordu. Daha ne isteyebilirdi. Zaten onun için önemli olan para ve makamdı. Para olunca makam dâhil her şey zaten kendiliğinden gelirdi.
“Peki, öyle olsun sevgili babacığım.” dedi.
Hahambaşı, Seth’i kenara çekip fısıldadı:
“Sakın bana ve dostlarıma ihanet etme, eğer onlara bir zarar verirsen gerisini sen düşün!”
Hahambaşı, Noah’a seslendi:
“Hemen hazırlıklara başlayın. Bu arada unutmadan ne olur olmaz yanınıza mayın almayı unutmayın. Orada nasıl bir şeyle karşılaşacağınızı tam olarak bilmiyoruz.”
Seth, bu sözlerden dolayı kaygılandı:
“Beklenmedik bir tehlikede hemen geri dönmeyi planlarım ona göre. Benden söylemesi!”
Noah tebessümle cevap verdi:
“Adayı yöneten bir Lord varmış. Ancak o bize zarar verebilir, onun varlığını ve onların hurafelerini de gözeterek adaya ulaşınca ne söyleyeceğimizi belirleriz.”
Seth, oradan ayrılacaktı ki aklına bir hinlik geldi. Gördüğü ittifakı bozmak amacıyla önce kardinale ve hahambaşına sonra da âlime bakarak sordu:
“Oradakiler bana: ‘Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve sellem) hangisi daha büyük dereceye sahip?’ diye sorarlarsa ne diyeceğim?”
Âlim soruyla amaçlanan fitneyi fark edince:
“Evlat, ben sana anlatayım, sen karar ver.” diyerek başladı:
“Medine’deki Hristiyan, Yahudi, Müslüman ve putperestler arasında bir münazara olmuş. Putperestler zaten bize göre ölümden sonra hayat yok demişler. Fakat üç semavi dinin inananlarının her biri, bizi peygamberimiz kurtarır ve dolayısıyla biz azap görmeyiz, demişler. Yani kendi peygamberlerini diğerlerinden üstün gördükleri gibi çetin bir hesaba maruz kalmadan ilk kendilerinin cennete gireceklerini söylemişler. Peki, sence devamında ne olmuştur?” diye Seth’e sordu:
“Ee herhâlde Muhammed, (sallallahu aleyhi ve sellem) Müslümanların gideceğini söylemiştir.”
“Hayır, ayet nüzul olmuş: ‘Allah’ın vaadi, ne sizin boş temennileriniz ne de ehlikitabın asılsız kuruntuları ile bağımlı değildir. Gerçek şudur ki kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır ve o takdirde kendisine Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir.’ (4,123)
Gördüğün gibi ayetin verdiği mesaj net. Siz böyle boş iddialarla cennete gideceğinizi sanmayın! Kendinize bakın, iyilik yapıp kötülükten uzak olun ki cennete gidebilesiniz. Demem o ki, hangi peygamberin daha üstün olduğunu tartışmanın anlamı olmadığını öğütlüyor. En iyisi herkes, kendini muhasebe etsin.”
Noah da araya girerek:
“Biz oraya İslam’ı anlatmak için gitmiyoruz. Tevhit inancını anlattıktan sonra dış dünyadan bilgi sahibi olsunlar diye kısaca her semavi dinden bahsedebiliriz.”
Seth beklediği fitneyi çıkartamamanın üzüntüsünü yaşadı ve bunun sebebi olarak da Noah’ı gördü. Bakışıyla:
“Sen eninde sonunda elime düşeceksin, sana masumluk rolünün bedeli neymiş göstereceğim!” dedi.
Noah da Seth’in bakışlarından onun nefretini anlamıştı:
“Allah sonumuzu hayretsin!” diye aklından geçirmekten başka yapabileceği bir şey yoktu.
Dr. Wickens, yanında taşıdığı Newton’un yazılı emanetlerini koruyabilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Newton, yaşamı boyunca gizliliğe çok önem verdi. Bulduğu en önemli formülleri anahtar anlamına gelen Latince “Clavis” adındaki anı defterinde toplamıştı. On altıncı yüzyıldaki İbni Hayyam’ın İlm-i Miftah adlı eserinin de anahtar anlamına geldiğini göz önüne alan bazı araştırmacılar onun Endülüslü Müslüman simyacılardan etkilendiğini düşünmüşlerdir.
Dr. Wickens, yolda onun bıraktığı miras çalınabilir endişesiyle emanetin en hassas kısımlarını hıfzetmişti. Emanetlerin en kritik parçası olan matematiksel bazı hesaplamaları ve formülleri de sonradan Clavis’e ekleyerek Newton’un mirasının en değerli kısmını hazırlamıştı. Onun vasiyetinde belirttiği üzere üç semavi dinin ve bilimin temsilcilerine bu emanetleri dörde bölerek verdi. Londra’da eskiden beri bildiği kardinalin, İstanbul’da tanıştığı âlimin ve hahambaşının dinî ve ırksal farklılıklarla toplumlarını kışkırtabilecek bir mizaçta olmadıklarını gördü. Hamaset yerine samimiyete ve içten gelen kulluk hassasiyetine sahip olduklarını görünce doğru din temsilcilerini bulduğunu anladı. Onlara:
“Herkes Newton’un fizikle ilgili çalışmalarını bilir ama onun kutsal kitaplardaki gizli şifrelerle ilgilendiğini hiç kimse bilemez.” diyerek anlatmaya başladı:
“Newton, Eski Ahit’teki kitaplar arasından özellikle Danyal’ın kehanetlerine ilgiliydi. Sebebini şöyle açıklamıştı; ‘Bu kitaplar arasından Danyal’ın kehanetlerini seçtim çünkü bu kişi Yahudiler tarafından çok değer verilmiş biridir.’”
Newton’un Danyal’ın kehanetlerini yorumladığı kitapta altı yüz altmış altı ve bin dört yüz elli üç sayıları, önemli şifreler içermekteydi. Bu sayıların ne anlama gelebileceğine dair kesin bir yorumu yoktu. Newton’a göre 1948 yılında Hz. İsa yeniden doğacaktı. Bu tarihte İsrail devletinin kurulması Newton’un kehanetlerine olan ilgiyi arttırmıştı. İlginç olan bir diğer kehaneti, 2370 yılında tevhit inancının orijinal temel ilkelerine sahip barış dininin kurulacağı idi. Dr. Wickens, onların İstanbul’a gelip hahambaşı, âlim ve kardinal ile uyum içinde olmalarını ve dördünün ortak bir gaye için samimice beraber hareket etmelerini göz önüne alarak barış dini diye kastedilen oluşumun tohumunun bu şehirde atıldığını düşündü.
Newton’un İncil’den çıkarttığı ve içinde bazı şifrelerin olduğuna inandığı 1453 tarihinde Hristiyanlarla beraber Müslümanlar ve bir süre sonra Yahudiler İstanbul’u mesken tutmuştu. Müslümanlar ve Hristiyanlar bu şehri kutsal merkezleri gördükleri gibi Yahudiler de bu şehre çok değer vermişlerdi. Ayasofya’nın paganlar, Hristiyanlar ve Müslümanlar için önemli bir ibadethane olduğunu hatırladı Dr. Wickens. Üstadının bahsettiği 1453 sayısının şifresini çözdüğünü düşündü. Bu tarih son semavi din olan İslam’ın İstanbul’a kalıcı olarak yerleşmesini ve böylece üç semavi dinin, maneviyatın ve ahlakın katledilmesine karşı birlikte harekete geçecekleri sürecin başlangıcını anlatıyordu. Zaten 1453’te savaştan yeni çıkılmasına rağmen semavi dinlerin müntesiplerinin birbirine karşı derin bir sevgi ve hoşgörü içinde olmaları Dr. Wickens’in tezini destekliyordu.
Dr. Wickens, Newton’un 2370 yılında yanıldığını düşündü. Çünkü kendisi dâhil bu dört kişideki samimiyet onların vârislerinde ve toplumlarında da bu hızla devam ederse birkaç asır sonra bilimi bahane edip Tanrı’yı yendiğini iddia eden ilim adamları yerine bilimin Allah’ın koyduğu kanun olduğunu anlatanlar olacaktı. Böylece aklın ve kalbin izdivacını sağlayan toplumların cenneti ölmeden yaşayacağını düşündü. Sözün özü, değişik inançlardaki alçak gönüllü adil, yardımsever, evrensel idealistlerin birlikteliği yakın bir yüzyılda hâkim güç olacaktı ve dinleri, ırkları, menfaati için kullanan bozguncular kaybedecekti.
Ayrıca Newton’un, Hz. Süleyman’ın hayatını anlatan kıssalara karşı özel bir ilgisi vardı. Dr. Wickens, Hz. Süleyman’ın bir mucize olarak binlerce kilometre uzaktaki Belkıs’ın tahtını anında önüne getirdiğini anlatan kıssanın kitabı mukaddeste geçtiğini zannediyordu. Ama İznik’te (Nikoi) âlimin anlattığı ayetlerden Newton’un defterinde olan ifadenin aslında Kur’an-ı Kerim’den alındığını anladı. Newton’un sadece ses ve görüntünün iletilmesi değil, ışınlamayla ilgili kendisinden bile gizlediği çalışmalarının olduğunu bilen Dr. Wickens bu çalışmaların nihai sonucu hakkında bilgi sahibi değildi.
Dr. Wickens, onun yaptığı çalışmada ilham kaynağının Müslümanların kutsal kitabında anlatılan Belkıs tahtının anında gelmesi olayı olduğunu düşünüyordu. Ayrıca karıncaların birbiriyle konuşup uzaktaki arkadaşlarını uyarmasını anlatan kıssada ona sesin çok uzaklara iletilebileceğini düşündürtmüştü. Simyacıların bu konuda yaptığı çalışmalara da ulaşmıştı. Harran’daki kulenin bir amacı yıldızları gözlemlemek olsa da kulenin sesi, görüntüyü ve varlığın kendisini başka bir yere iletme gayesiyle yapıldığını simyacı üstatlarından öğrenmişti.
Kendi yaptığı çalışmalarla bu kulenin dış tarafındaki duvarlarının neden kurşunla kaplandığını ve tabanındaki iki dev mıknatısın ne işe yaradığını bulmuştu. Mıknatısın bir tür enerjiyi ürettiğini duvarlardaki kurşunların da dışarıdan gelecek enerjinin engellenmesini ve kule içindeki enerjinin doğrusal bir şekilde ilerleyip gökyüzüne ulaşmasını hedeflendiğini bulmuştu. Azımsanmayacak yol kat etmişti ama somut sonuca ulaşmak için daha çok çalışmaya karar verdi. “Üstatlarından gelen sihirli kutuyu düzeneğin neresine koymalı ve nasıl kullanmalıydı?” sorusuna cevap arıyordu.
Newton, çiftlik işleriyle uğraşırken de kâinattaki hadiselerden ilhamlar alarak kendine göre notlar tutmaktaydı. Yıllar sonra çıkardığı en önemli bilim eserlerinden biri olan Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica’da doğa felsefesinin matematik ilkelerini ve çocukluğundan beri kazandığı alışkanlığı şöyle anlatmıştı:
“Olgulardan doğanın kuvvetleri keşfedilmeli, sonra da bu kuvvetler yardımıyla diğer olaylar açıklanmalıydı. Başka bir deyişle Newton’un çalışma tarzına göre önce kâinatta vuku bulan hadiseler gözlemlenmeliydi. Bunun sonucunda ulaşılan doğanın yasalarına göre kuramlar oluşturulmalıydı. Beyaz ışığın renk tayflarına ayrılması, gözün çalışma yöntemi, merceklerle görüntü oluşumu, gökkuşağının renkleri, yansıma teleskopun yapımı gibi konulardan bahseden Opticks kitabı onun en çok bilinen bir diğer kitabıydı.
Bu kitaptan sonra ses ile ilgili araştırmalara yoğunlaştı. Bazı maddelerin sıcaklığı iletirken diğerlerinin iletmediğini ve ileten maddelerin de farklı derecelerde bunu yaptığını gözlemledi. Opticks kitabında bahsettiği şeffaf maddelerin farklı oranlarda ışığı geçirip farklı renk tayflarına ayrılmasını da göz önüne alan Newton, doğru maddeyi kullanırsa enerjiyi ve sesi çok uzaklara iletebileceğini düşündü.
Newton, ses kaynağından aynı uzaklıktaki bireylerin farklı yerlerde olsalar da sesi eşit oranda duymalarından sesin doğrusal değil dalgasal yayıldığını anladı. Ayrıca nehir kenarı gibi veya birçok insanın konuştuğu bir yerde kişilerin seslerini birbirine duyuramamasını gözlemleyerek farklı ses kaynaklarının ses dalgalarının yayılmasını bozduğunu ve bu yüzden en iyi ses iletimi için kapalı bir ortamın olması gerektiğini fark etti. Zaten kapalı bir boru da sesin çok daha fazla uzaklara iletildiğini görmesi bu tespitinde haklı olduğunu düşündürdü.
Hedefine kapalı borularla ulaşamazdı, nasıl yapabilirdi? Kule de zaten bir tür kapalı boruydu, kurşunla kaplanmış geniş bir boru olarak düşünebileceğimiz bu düzenekle kule tabanındaki mıknatıslarla enerji dalgaları içindeki ses dalgalarını gökyüzünün yukarı tabanlarına iletebilirdi. Ama gökyüzündeki bu ses dalgalarını dünyanın başka bir yerine nasıl iletebilir ve bu ses dalgaları tekrar yeryüzüne nasıl çekilebilirdi? Soğuk bir günde şöminede yanan ateşle odanın diğer ucu arasında on metre olmasına rağmen ortamın oldukça sıcak olmasını gözlemledi.
Kâinatın bir kez daha aradığı çözümü sunduğunu anladı. Evet, hava ısıyı iletiyorsa gökyüzünde enerji dalgaları içindeki ses dalgaları da uzaklara iletilebilirdi. Bu konuda bir şey yapmasına gerek yoktu ama asıl sorun, ses dalgalarını yeryüzüne nasıl çekeceği hakkında bir fikrinin olmamasıydı. Londra yakınlarında yüksek bir yere yaptığı kule ile Alplerdeki kaya üzerine kurduğu kuleye sesini duyurmaya çalışmasına rağmen başarılı olamamıştı.
Yoğun araştırma, deneme ve yanılma yönteminden sonra Dr. Wickens, kule içindeki düzeneği nasıl kuracağına karar verdi. Yakın zaman diliminde İkiz Ada’daki İlius da tevafukla aynı düzeneği kurmuştu. İki mıknatıs, gergin deri, iletken tel ve sihirli kutu doğru yerlere konumlanmıştı. Düzenekte üretilen elektrik akımı, sihirli kutudan geçtikten sonra radyo frekans dalgasına dönüşmekteydi. Böylece Alplerin zirvesinden çıkan ses binlerce kilometre uzaktaki İkiz Ada’ya ulaşıyordu. Buradaki aynı düzenek tersine çalışarak radyo frekans dalgasını sese dönüştürüyordu.
Bir gün Alplerdeki kulede bulunan Dr. Wickens, Londra’ya döndü ve ona heyecanla anlattı:
“Kulede birileriyle konuşuyorum. Evet siz değilsiniz ama uzaklarda bir adada olduğunu söyleyen Ilius adında biriyle konuşuyorum. Ses cızırtılı, bazen tam anlamasam da dediklerini anlayabiliyorum. Fırtınalı havalarda ses bazen daha da netleşebiliyor.”
Newton’un kalbi küt küt atmıştı. Dr. Wickens ile Alplerdeki kulesine gitti. Günlerce orada beklemelerine rağmen hiçbir ses duymadı. Yardımcısının çok çalışmaktan kafayı yediğini düşünmüştü ki fırtınalı bir akşam sesi duyabildi. Evet, belli belirsiz gelen bu ses, onun mutluluk gözyaşı dökmesine neden olmuştu. Newton, bu duruma anlam verememişti. Nasıl oluyor da Londra’daki kule ile değil İlius adındaki bu adamla konuşuyordu.
İlius’un da kendisi ile ayrı silsileden gelen simyacı üstatlarından aldığı bilgilerle kendi adalarında kuleyi yaptığını öğrenince merakı daha da arttı. Newton’un niyeti bu adaya gidip hem bu işin sırrını öğrenmek hem de yardım isteyen adalıları kurtarmaktı. Fakat her an onu takip eden mistik örgütün bu buluşu öğrenmesi durumunda bunu kötü amaçları için kullanabileceklerini düşünerek kendisinin yerine Dr. Wickens’ı adaya göndermek istiyordu.
Newton mistik grubun kendisini gaza getirerek amaçları için kullanmaya çalıştıklarını fark etmişti. Ama bu oyunu bozmaması gerektiğini aksi durumda hayatını kaybedebileceğini biliyordu. Mistik grubun her şeyden haberi olduğunu göz önüne alarak Dr. Wickens’e karşı da mistik grubun planladığı gibi Mesih’miş gibi, ulaşılmaz biriymiş gibi davrandı. Niyeti, ilim mirası olarak kitaplarını Dr. Wickens’e verdikten bir süre sonra ona her şeyi anlatmaktı. Ama Dr. Wickens, aniden ortadan kaybolunca bunu yapamadı ve birkaç gün sonra yaptığı deneylerden zehirlenme süsü verilerek öldürüldü.
Newton’un sesin iletimi ile ilgili bulduğu son bulgu, ses dalgalarının farklı büyüklükte olduğuydu. Yani türe göre değişen büyüklükteki ses dalgalarından dolayı insanlar bazı hayvanların sesini duyarken diğerlerine sesini duyamıyordu. Bu yüzden bir şekilde verici ve alıcının birbiriyle uyumlu olması gerekiyordu. Bu uyum Alplerdeki kule ile adadaki kule arasında sağlanırken Londra’daki kule ile sağlanamadığı için sadece ada ile Alplerdeki kule iletişimi sağlayabilmişti.
Newton’un çözemediği bazı durumlar vardı. Adadaki ve Alplerdeki kule yeşim taşı damarları olan silisli kaya üzerine inşa edilmişti. Bu kayanın en önemli özelliği radyo ses dalgalarını çok iyi çekme ve yansıtma özelliğinin olmasıydı. Asırlar sonra kayanın bu özelliğini keşfeden Hitler, Bohemya’yı işgal edince radyo dalgası trafiğini kontrol edip düşmanlarının haberleşmesini dinlemek için Zürih’teki yeşim taşı içeren kayanın üzerine şato kurmuşlardı. Şato, aslında bir tür dinleme merkeziydi. Newton’dan sonraki çağlarda yapılan keşiflerle enerjinin ve sesin dalga hâlinde yayıldığı anlaşıldı.
Mıknatısla oluşan enerjinin yayılımına elektromanyetik enerji dalgası adı verilmişti. Newton’un verici ve alıcının birbiriyle uyumlu olması gerekir ifadesinin açıklaması yıllar sonra yapılabildi. Radyo dalgalarının farklı büyüklükte ve sıklıkta olduğu ve bunun ayarlanabileceği keşfedildi. Bu gelişmeye de frekans, denildi. Alplerdeki kule ve adadaki kule arasında sesin bazen gelip gelmemesi ve cızırtının olması verici ve alıcı kuleler arasında frekans farklılığından kaynaklanıyordu.
Bilimin ilerlemesiyle dünyanın atmosfer ile çevrili olup yedi tabakadan oluştuğu anlaşıldı. Bu tabakalardan iyonosfer tabakasında bulunan yoğun iyon parçacıkları sayesinde radyo dalgaları ve diğer enerji dalgalarının dünyanın değişik yerlerine iletilebildiği anlaşıldı. Bu keşif Newton’un havanın ses dalgasını doğal olarak ilettiği ile ilgili tahminini doğrulamıştır.
Newton’un hayatını araştıranlar onun eleştirilme ve yadırganma korkusundan dolayı buluşlarını ilk düşündükten yıllar sonra yayınladığını düşünmekteydi. Bir sebep bu olsa da asıl sebep onun bulduğu buluşların kötü ellere geçip insanlığın aleyhine katliamlar için kullanılabilir olması korkusuydu. Bu yüzden sesin iletimi ile ilgili buluşunu açıklamada erken davranmadı. Tabii bir diğer neden de beklenmedik bir şekilde öldürülmesiydi. Bununla birlikte vârislerini sıkı sıkı tembihlemişti, insanlığın bu buluşları, iyi amaçlar için kullanacağı ana kadar gizlemelerini!




Write a comment ...