16

16. BÖLÜM: ARANILAN ADAM İZNİK’TE BULUNDU

Kardinal ve Dr. Wickens, kilisede etkin bazı arkadaşlarının yardımıyla İstanbul’da gözlerden uzak bir hayata adım atmışlardı. Doğu ve Batı medeniyetinin izlerini taşıyan bu şehirde kendilerini Londra’daki kadar rahat hissetmeseler de duyduklarının aksine buradaki insanların hoşgörülü ve sevecen tavrıyla karşılaştılar. Sokaklarda çarşaflı kadınlar olduğu gibi Avrupai tarzda giyinenler de vardı. Bazı insanlar giyimleri ile hangi dinden olduklarını gösterirken çoğu insanın Londra’daki gibi pantolon ve gömlekle dolaştığını gördüler ama İstanbul’dakilerin pantolonları genelde daha geniş olmaktaydı. Hatta bazı kişilerin şalvar denilen çok bol elbiseleri giydiklerini gördüler.

Her yerde olduğu gibi burada da insanların vakitlerinin büyük kısmını ekmeğini kazanmak için harcadıklarını gördüler. İstanbulluların tabiriyle onlar ekmeklerinin peşindeydiler.

Kardinal Wickens’e söyledi:

“Türk, İngiliz veya Fransız olmak bizim tercihimiz değil. Bu yüzden sırf diğer milletten diye birine düşmanlık beslemek, çok mantıksız. Tüm semavi dinlerin ortak anlayışıdır, hiç kimsenin başkasının günahından dolayı suçlanmaması gerektiği.”

Bu sözleri duyan Dr. Wickens, dünyanın en büyük mabedi olan Ayasofya’ya hayranlıkla bakarken sordu:

“Türkler İstanbul’u aldığında bu kiliseyi camiye çevirmişler. Bu onların sundukları hoşgörüyle tezat değil mi? Ne gerek vardı? Zaten hemen yanına devasa Sultan Ahmet Camisi’ni yapmışlar.”

“Evet, bunu ben de sordum, aldığım cevabı aktarayım.” diyen kardinal, ajan suçlamasına maruz kalmamak için kendince tedbirini aldı:

“Hatırlatırım bu mabet çok eskidir. Mesih’ten önceki çağlarda biliyorsun, paganlık hâkim bir inançmış ve bu mabet en büyük tapınakmış. Sonrasında kiliseye çevrilmiş, 12. yüzyılda Batı’dan gelen Latinler yani Katolikler Bizans’ı yenip şehri ele geçirmişler. Kral kaçarak Doğu Karadeniz taraflarına sığınmış. Kısa süreliğine de olsa o dönemde burayı Katolik Kilisesi olarak kullanmışlar. Sonrasında Bizans, tekrar şehre hâkim olunca yeniden Ortodoks kilisesi olarak kullanılmış yani anlayacağın bunu sadece Osmanlılar değil bizimkiler de yapmış.” dedikten sonra ilave etti:

“Hem bence makul bir uygulama, düşünsene bir şehri almak için birçok asker ölüyor, yaralanıyor. Sonuçta büyük acılardan sonra şehri alıyorsun. Tabii ki, şehrin simgesi durumundaki bu devasa mabedi, kendi inancının ibadethanesine çevirmek hakkın olmalı. Askerlerin aileleri demez mi? Biz neden öldük hâlâ eski devletin en büyük simgesi olan onların mabedi dururken? Ee her toplumda inanç halkı etkileyen en önemli güç. Bu yüzden mabedin yıkılmasındansa hâkim inanca göre değiştirilmesi normal.

 Sonrasında birçok Türk bu şehre yerleşmiş. Onların sayısı bizimkilerin sayısını geçmiş, yani bu değişim mabet ihtiyacını karşılamak için de yapılmış.”

 “Ne yani sırf savaşı kaybettiler diye dinlerini de mi kaybetsinler?”

“Tabii ki hayır, zaten devasa mabet olmasa da insanlar dinlerini yaşayabilir. Görüyorsun bugün şehrin farklı yerlerindeki kiliselerde, havralarda insanlar ibadetlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Önemli olan da bu, yani fertlerin inancına karışmamak. Sormak isterim Londra’da böylesine büyük cami yapılmasına izin verilmiş mi ya da şehrimizde küçük bile olsa kaç cami var?”

Wickens, kardinalin son cümlesini duymazdan gelerek araya girdi:

“Dev mabedin içinde inancını hakkıyla yaşayan mümin olmadıktan sonra mabedin büyüklüğünün ne önemi var.”

“İhtiyacı aşan dev mabetler inşa etmekle bazı zalimler kendi zulümlerini, tiranlıklarını, adaletsizliklerini unutturup cahil avama kendilerini kahraman göstermeye çalışıyorlar, bunun çok örneği var.”

İki kader arkadaşı bir süre turist gibi şehri dolaşıp sohbet ettikten sonra kardinalin İstanbullu arkadaşı dedi:

“İstanbul’da da değerli ulemalar var ama senin bahsettiğin gibi sadece Müslümanlara değil, tüm inançtaki insanlara vaaz veren, bütün kutsal kitaplara hâkim, sohbetlerinde tevhidin temel öğretilerini vurgulayan, sırtını devlet yönetimine dayamayan, maaş almayan bir âlim yok. Bununla birlikte dediğin özellikte bir âlimin İznik’te olduğunu biliyorum.”

Dr. Wickens araya girerek:

“Espri yapıyorsun herhâlde! Böyle bir din adamı, bu zamanda?” dedi ve sordu:

“Azalarından biri de yoksa aradığımız adamı bulduk demektir.”

Kardinal şaşkın gözlerle sordu:

    “Bu dediğinde ciddi misin? Ben espiri yaptığını sanmıştım. Hani böyle bir âlimi zaten bulamayız demek istediğini sanmıştım”

    “Evet, ilginç ama Newton’un isteği böyle”

Kardinal şaşkın ve düşünceli gözlerle baktıktan sonra kalkmaları gerektiğini ve çok uzun bir yol olmasa da kısa bir yolculuğun onları beklediğini söyledi.

Dr. Wickens sordu:

“Nereye gidiyoruz?”

“Eski bir başkent olan tarihî bir şehre, İznik’e gidiyoruz.”

  Kardinal sordu:

“Newton, bazı sırlarını ve formüllerini neden bir Müslümana bırakıyor? Acaba bu mistik örgütün Osmanlı’da daha az etkin olduğunu mu düşünüyordu?”

“Açıkçası ben de bu sorunun cevabını merak ediyorum. Ayrıca bahsettiğimiz vasıflarda bir âlime bırakmamızı neden istedi? Bir fakir para karşılığı çok kolay bu sırları satabilir. Bir devlet görevlisi ya da askeri, devletime hizmet ediyorum diye ülkesinin çıkarlarını insanlığın çıkarlarının önüne geçirebilir. Bir zengin sahip olduğu paradan dolayı ve sürekli maddiyatla ilgilendiğinden dolayı şahsi çıkarlarını düşünebilir. Bir bilim adamı, can, mal ve aile ile ilgili tehditlere kolaylıkla boyun eğer.”

 “Tevhit inancını gerçekten benimseyen ve bunun gereği olarak Mevlânâ gibi yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven yani sevgisi sadece ailesine, dindaşına, milletine değil herkese olan bir âlim, şüphesiz verdiği sözü tutup emanete de sahip çıkar. Newton bu gerçeği göz önüne almış olabilir.”

“Mevlânâ kim?” diye sordu Dr. Wickens.

“Adı gibi hakkın sadık bir dostu. Zamanında Hristiyan, Yahudi birçok insana mektuplar gönderip onlarla dostluk kuran biri ama cahiller onu ajanlıkla suçlamış. O da asrının garibi olmuştur diyeyim, sen anla…”

Aradıkları âlimi sohbet meclisinde bulmuşlardı. Başında sarığı ve cübbesiyle sıradan bir vatandaş izlenimi veriyordu. Bir kolunun da olmadığını görünce aradıkları âlimi bulduklarını düşündüler.

Kardinal, arkadaşına “Onun anlatıldığı gibi bir âlim olup olmadığı şimdi anlayacağız.” diyerek sorusunu sordu:

“Bazı ilahi beyanlardan herkes kendine göre farklı anlamlar çıkarıyor. Oysa anlamın verdiği mesajın tek olması gerekmez mi? Üstelik bunu yapanlar cahil değil âlim, her âlimin farklı mesajlar çıkartması ve hatta çağlarla beraber anlamını da değiştirmesi bu ilahi kitabın değişmesi anlamına gelmez mi?”

Âlim tebessümle anlatmaya başladı:

“Sevgili dost, sorunu cevaplamadan önce söylemek istiyorum, Müslümanlara göre sadece Kur’an-ı Kerim değil Yüce Mesih’e indirilen İncil, Allah ile konuşan Hz. Musa’ya indirilen Tevrat, Zebur veya Eski Ahit, Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes olsun adı fark etmez, tüm bu kitaplar kutsaldır, hürmet gösteririz. Önceki kutsal kitapların tahrip edildiğine, ekleme çıkarma yapıldığına inanırız ama hangi ifadede bunun olduğunu bilemediğimiz için tevhit inancıyla uyumsuzluk içinde olmadıktan sonra her cümlenin verdiği mesajı dikkatle dinleriz. Bu bilgiyi anlattım çünkü birazdan anlatacaklarım bütün ilahi beyanlar için geçerlidir.”

Dr. Wickens adamın onları tanıdığı için böyle konuştuğunu düşünerek kardinale bakınca:

“Tanrı aşkına, ben onu tanımam etmem. O bizi nasıl tanısın? Belki aksanımızdaki farklılıktan yabancı olduğumuzu anladı.” cevabını verdi.

İlim meclisinde fısıldaşarak diğerlerini rahatsız etmemeyi düşünen Wickens, sussa da aklından geçirdi:

“Bu imparatorlukta tek Müslüman millet Türkler değil. Görüntü olarak Mezopotamyalılara benzemiyor da değiliz.”

Âlim anlatmaktaydı:

“Şüphesiz ilahi beyanlar toplumun avam (eğitimsiz), havas (eğitimli), köylü, medeni, zengin, fakir, yönetici, yönetilen gibi toplumun değişik kesimlerine hitap etmektedir. Hatta farklı ilim dallarında çalışan bilim adamları da aynı ayetten kendilerine göre çalıştıkları ilim sahalarına göre anlamlar çıkartabilirler. Sahip olduğu ilim ve hikmete göre kişilerin farklı anlamlar çıkarmasını ilahi beyanın zenginliği ve herkese hitap etmesi olarak anlamalıyız.

Örneğin, ‘…dağların zeminine kazık ve direk yaptım…’ (78,7) ayetini ele alalım. Hisleri daha baskın olan bir şair; zemini taban, yeryüzünü üstündeki gök kubbe ile aydınlanmış yeşil bir örtü ile süslenmiş muhteşem bir çadır. Semanın etekleri konumundaki dağlarını bu çadırı ayakta tutan direkler gibi hayal ederek Rabb’ine kulluk iştiyakıyla dolar. Mavinin ve yeşilin muhteşem tablosuna bakarak kalbini sevgiyle donatır. Astroloji ile ilgilenen biri, yerküreyi hava denizi gibi düşünebileceğimiz gökte yüzen bir gemi ve dağları o geminin üstünde denge ve sağlamlık için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. Dünya denilen bu gemiye koyup bizi kâinatın dört bir yanına gezdiren o kaptanı yani Allah’ı, kudreti her şeyi kuşatan mükemmel ve kusursuzluk sahibi olarak tanır. Tabiri caizse en büyük gök bilimcisi Allah’tır der.

 Çevresindeki beşeri ve ekonomik meselelerle ilgilenen bir uzman sosyolog, yerküreyi bir hane ve bu hanenin direği olarak hayvan âlemini düşünür. Bu âlemin ihtiyacı olan su, hava ve toprağın kazıklar misali olan dağlarda bulunduğunu görerek Allah’ın bu büyük hanedeki her kulunun ihtiyacını karşıladığını görür. Sosyal hayatın devamlılığı için dağların olmazsa olmaz olduğunu anlayarak Allah’ın büyüklüğünü idrak eder.

Yer bilimi ile ilgilenen jeoloji uzmanı, yerküredeki büyük değişimler ve kaynaşmaların sonucu olan sallanma ve depremlerin dağların varlığıyla sakinleştiğini veya yıkıcı etkilerinin engellendiğini fark eder. Dağların yerkürenin dengesini korumadaki rolünü görerek Allah’ın sonsuz ilim deryasından küçük bir damlasını anlar ve gerçek bilgi ile hikmet sadece Allah’ındır, der.

Tekrar vurgulamak isterim ki bu tefekkürler ancak insanlığın geldiği ilmî seviyeye göre şekillenir. Bu yüzden sonraki çağlarda yeni buluşlarla ve fark edilişlerle artan bilgi düzeyinden dolayı ayetin anlattığı muhtevayı genişletebiliriz. Bizler ayetler üzerinde düşünelim, anlayalım ve bazı çıkarımlarda bulunalım diye peygamberler bazı ayetlerden ne anlamamız gerektiğini anlatsalar da bütün ayetleri kapsayan bir tefsir yapmamışlardır. Bu da Allah’ın insan aklının düşünmesine ne kadar değer verdiğini gösterir. Tabii ki akıl tek başına yeterli olmayacağı için tevhidin temel ilkelerini anlatan peygamber sözleri ve konu ile ilgili nakiller ayetin iniş sebebi ve önceki âlimlerin de görüşleriyle derinleşir.

‘İki denizi birbirine salan O’dur. Bu tatlı ve susuzluğu giderici, bu da tuzlu ve acıdır. O ikisinin arasına bir perde ve aşılamayan bir sınır koymuştur.(25:53)’

Kur’an-ı Kerim. Bu ayetle ilgili ilk aklıma gelen tuzlu olan deniz suyu ile tatlı olan göl ve nehir suyunun birbirine karışmadığıdır. Bununla birlikte ehlitefekkür Yaratıcı ile kul arasındaki farkı ve ilişkiyi, dünya-ahiret denizlerini, gayb (göze görünmeyen)-şehadet (göze görünen) âlemlerini düşünebilir. Denizci bir dostum demişti: Akdeniz’in ve Karadeniz’in sularının tuzluluğunun farklı olduğunu, Akdeniz’in daha tuzlu olduğunu söylemişti. Belki de ileride aralarında duvar gibi bir engelin olduğu bulunacak…

 Fizikçi bir dostum, her maddenin gözle görünmeyen zerreciklerinden oluştuğunu ve bu zerrelerin içinin ve etrafının birbirinin zıttı özellikte zerreciklerle dolu olduğunu anlattı. Kim bilir belki ileri çağlarda ilmin ilerlemesi ile ayetin daha başka ne gibi anlamlara sahip olduğunu söyleyeceğiz. Zaten bu yüzden Kur’an-ı Kerim her çağa hitap ediyor diyoruz. Şimdilik elimizde ilimle anlayabileceğimiz bu kadar veri var.”

Dr.Wickens, âdeta donup kalmıştı. Çünkü aynı olmasa da çok benzer cümleleri Newton’dan da duymuştu. "Ne ilginç, adam bize dinî sohbet mi ediyor yoksa ilim dersi mi anlatıyor?” diye aklından geçirmişti ki ikinci bir şok daha yaşadı.

“İlahî beyanların ilme yol gösteren ifadelerine başlasak bu ders bitmez. İlahî beyanlar tevhit akidelerinin, hükümlerin, öğütlerin, zikirlerin, ibadetlerin nasıl yapılması gerektiğini, helal ve haramların sınırlarını anlatmakla beraber ilme de yol gösteren bir kitaptır.”

Dr. Wickens, şoku atlattıktan sonra aklından geçirdi:

“Osmanlı âlimi, sen kaşındın! Seninle birebir tanışırsak sana ne soracağımı iyi biliyorum. Bir ilim adamı olarak son ifadeni söylediğine seni pişman edeceğim.”

“Bu konuyla ilgili şunu da ilave etmeliyiz, ilahi beyanda muhkem (manası açık) ve müteşabih (açıklanması gereken) ayetler vardır. Muhkem ayetler doğrudan akla gelen anlamları taşırken müteşabih ayetlerin ilim ehli biri tarafından açıklanması gerekir. Ama ilmi seviyesi veya çağının bilgi seviyesi açıklamada yetersiz kalabilir.

Mesela şu ayeti düşünelim: ‘Altı günde gökleri ve yere yarattık. (7:54)’. Gün süresi toplumların belirlediği takvime göre değişmektedir.  Kavimlere göre gün süresi değiştiği gibi Allah’a göre de bu süre değişebilir. Diğer bir deyişle belirlenen kıstasa göre gün süresi yirmi dört saatin sayılmayacak derece katı olabilir.

Astrolojide oldukça ilerlemiş Sümerli ilim adamları da inşa ettikleri kulelerle galakside güneş sistemine benzer daha birçok sistemlerin olabileceğini söylemişlerdir. İleri ki çağlarda bu konuda daha çok ilerlemenin olabileceğini düşünüyorum. Belki de Yaratıcı, güneş sisteminden çok daha büyük ve uzun yörüngenin tamamlanmasını bir gün olarak kabul ediyor. Tabii bu durumda bu uzun yörüngedeki gün, bizim anladığımız günün katbekat fazla süresine denk geliyor. Zaten  ‘Şüphesiz ki Rabb’inin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin sene gibidir (22,47)’ ayeti bize bu anlattığımız hususu söylemektedir.”

Âlim, bunları size neden anlattım sorusuna kendisi cevap verdi:

“Yaşadığımız coğrafyada Sümerler döneminden beri eski insanların bir kısmı çok tanrılara veya yıldızlara taparlardı. Hristiyanlık ve İslamiyet’in ortaya çıkmasıyla bu inanışlar unutulmuştu. Fakat marjinal bir grup, semavi dinlerdeki tek yaratıcı olan Allah inancından intikam almak için varlıklarını ve insan kurban eden ritüellerini korudular. Maalesef bu kişiler insanları, ilahi beyanlardan soğutmaya çalışıyorlar. Haşa Tanrı’nın altı gün sonra yorulduğu gibi ifadelerle akılları sıra Allah ile alay etmeye çalışıyorlar.

Ayrıca Tanrı’nın da insan gibi yorulduğunu söyleyerek insanın da Tanrı olabileceği algısını topluma kazandırmaya çalışıyorlar. Maalesef bu algı zamanla ilahi beyanmış gibi kutsal kitaplarda yer almıştır. Ayrıca Eski Ahit’in Yaratılış Bölümü’ndeki ‘Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi, yaptığı işten sonra o gün dinlendi’ ifadesinde Tanrı’nın mecazi olarak dinlendiği anlatılıyor. Ehlikitap, âlim dostlarım da aynısını söylüyor.

 Tanrı, insan gibi dinlenmeye ihtiyaç duymaz. Bununla birlikte ideolojik bir amacı olmasa da bazı ciddiyetsiz kişiler, Tanrı yoruldu, ifadelerini komiklik yapmak için kullanmaktadırlar. Allah’ın ayetleri ile alay edilmemesi gerektiğini bilmelidirler. Bu mistik grup Hristiyanların, Müslümanların ve Yahudilerin kutsal kitaplarındaki ilahi beyanlara tevhit inancı ile hiçbir şekilde bağdaşmayacak anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. Aynı Allah’a inanan müminler bu marjinal gruba karşı beraber mücadele etmelidir.”

Dr.Wickens ve kardinal bakışları ile aynı şeyi söylüyorlardı:

“Bu âlim bizim aklımızı nasıl okuyabiliyor, nasıl aynı kaygıları taşıyoruz?”

Dr. Wickens’in aklına geldi:

“Dostum, vaktimiz az. Bu grup adanın tam yerini biliyor mu emin değilim? Ama o insanlara yardım etmeliyiz.” dedikten sonra ilave etti:

“Daha önce söylemeyi unuttum. Orada şiddeti gittikçe artan depremler oluyormuş. Büyük ihtimalle çok yakında volkan patlayacak ve bu insanlar lavların altında kalacak. Bu yüzden acele etmeliyiz ve bence aradığımız âlimi de bulduk.”

Kardinal aynı şekilde fısıltıyla cevap verdi:

“Daha ben bile senin bahsettiğin sırları ve ada derken neyi, kimi kastettiğini bilmiyorum. Bu âlimden nasıl yardım isteyeceğiz? Ne diyeceğiz? Gördüğü bu iki yabancıya inanıp bize kocaman bir gemi verir mi veya böyle bir gemi bulabilecek mi?”

İki dost ne yapacaklarına karar verememiş bir şekilde meclisten çıkmışlardı ki arkalarından bir ses onları durdurdu:

“Sevgili dostlarım, daha kahvemi bile içmeden böyle nereye? Derdini söylemeyen derman bulamaz.”

Write a comment ...

Write a comment ...

ademnoah-mystery author

What Does the Author Write About? The author mention mystical, scientific, medical, and spiritual themes within a blend of mystery and science fiction. His aim is to make the reader believe that what is told might indeed be true. For this reason, although his novels carry touches of the fantastical, they are grounded in realism. Which Writers Resemble the Author’s Style? The author has a voice uniquely his own; however, to offer a point of reference, one might say his work bears similarities to Dan Brown and Christopher Grange. Does the Author Have Published Novels? Yes—Newton’s Secret Legacies, The Pearl of Sin – The Haçaylar, Confabulation, Ixib Is-land, The Secret of Antarctica, The World of Anxiety, Secrets of Twin Island (novel for child-ren)

Pinned