Kardinal misafirinin fena halde kafayı kuleyi yapanlara taktığını anladı. Nemrut hikâyesini bile zorlama yorumla Avrupa’daki kule ile ilişkilendirmek bu gerçeği anlatıyordu. Şaka yapmadığını yüz ifadesindeki ciddiyetinden anlamıştı. Bir yandan aklı hâlâ şeytanın söylediği iddia edilen sözdeydi.
İlk kez böyle bir şey duymuştu, birkaç defa şeytan çıkarma ayinlerine katılmıştı. En son katıldığı ayinden sonra bir daha böyle şeylere karışmamaya karar vermişti. Birçok ayine rağmen şeytan ele geçirdiği küçük çocuğun bedenini bırakmıyordu. Sebebini bulmuşlardı çocuk en son yapacağı hatayı yapmıştı. Diğer âleme açılan bir kapı mahiyetinde olan külün üzerine işeyerek kapıyı açmıştı. Belki gerçekten şeytan belki de kötü bir cin ona musallat olmuştu. Birçok ayine rağmen musallat olan bu varlık çocuğun bedenini terk etmiyordu. Bu yüzden âdeta bir kardinal ordusuyla ayin yapmışlardı, o gün kilisenin bir köşesine çekilip herkesten gizlediği dua kitabını çıkarıp okumaya başladığı anı hatırladı.
Daha birkaç bab okumuştu ki cinni varlığın küfürler savurduğunu kızın değişen ses tonundan anlamışlardı. Çok geçmeden “Faraklitçiler başaramayacaksınız!” ifadeleri yankılandıktan sonra küçük çocuğun ağlama sesleri duyuldu. O gün kardinallerin aklında kalan, şeytanın kovulmasından ziyade onun haykırışlarıydı. Hepsi olmasa da ilimde derinleşmiş kardinaller biliyordu Faraklit’in hak ile batılı ayıran anlama geldiğini. Ama onlardan da birkaçı ancak bilebilirdi bunun ilk incillerde yazan bir ifade olup beklenen ve müjdelenen kurtarıcının isimlerinden biri olduğunu.
Kardinalin dikkatini çeken bir başka husus misafirinin başta kutsal kitap olmak üzere dinî öğütlerin olduğu diğer kitaplar hakkında azımsanmayacak bir bilgi ve tecrübeye sahip olduğuydu. Zaten adam, Babil Kulesi ve Nur-Adud ile ilgili anlattığı hikâyelerin nasihatini dinleyen biri gibi değil, öğrencisini sınayan öğretmen gibi dinliyordu. Onun kule yapılışları ile ilgili hatırlattığı hikâyeleri avam halk duysaydı çoktan galeyana gelip: “Burada şeytan var!” sloganlarıyla kuleyi yıktığı gibi içindekileri de katletmişti. Kardinal içten içe hızlıca düşünmekteydi. Ne söyleseydi de misafirini üzmeden talebini reddedebilseydi.
Aksi durumda kiliseye birçok yardımda bulunan ve makam sahibi bu insanı eli boş göndermesinden dolayı Papa’dan azar işiteceğinden emindi. Kardinalin amacı adını bile bilmediği adamı savunmaktan ziyade başka amacı vardı. Asıl amacı, şeytanları, cadıları, kâfirleri yakma, onları yağlı kazıklara oturtma, belki çarmıha germe belki de diri diri gömme gibi uygulamaları kaldırmaktı. Tanrı adına hüküm verme gibi değerlendirilebilecek böyle büyük günahları toplumun içinden söküp atmak onun en önemli hedefiydi. Kardinalden beklediği desteği bulamayan Samiri, yeni bir strateji uyguladı.
“Lanetlikle konuşan adam teslise de inanmıyormuş”
Kardinal daha fazla sessiz kalmasının adamı sinirlendirebileceğini düşünerek bir şeyler söylemeye karar verdi:
“Onun için Mesih’e yalvaracağım...”
Protestanlar sayesinde kilise para karşılığı günahlardan arındırma konusunda artık eskisi gibi katı bir uygulama yapmıyordu. Onlar da görmüşlerdi, yoksul halkın zaten parası yoktu. Onlar Tanrı tarafından affedilebilmek için Protestanlığa meylediyorlardı. Katolik kilisesi asıl gücü olan avam halkı kaybetmemek için bu anlayışı yumuşatmıştı.
Kardinal çok uzaklardan gelen bir dostuyla sohbet ederken sormuştu:
“Kilisenin para karşılığında günahları affedip cenneti satması kabul edilemez. Bununla birlikte benzer uygulama sizde de var değil mi?” Sadece ismi farklı.
Doğulu arkadaşından aldığı cevap şuydu:
“Semavi dinlerde kulların Allah’a sevgilerini göstermek için en değerli şeylerini O’nun için harcama anlayışı vardır. Kabul edelim, her çağın insanı için para veya değerli mal, mülk, arazi, bahçe, ev en değerlisidir. Allah, kullarından bunların belirli oranlarını sevgilerini göstermeleri için ister. Kişi bunu ister ibadethaneye bağışlar, ister fakire verir, isterse kendisi bununla çeşme, okul ve benzeri bir hayır işi yapar. Yani mecbur değildir bunu din görevlisine vermeye.
Kişinin ne niyetle verdiğini bilemeyiz. Allah onun kalbini bilir, samimi ise hayrını Allah kabul eder ama verilen parayla kendisine bir güç elde etmeye çalıştıysa niyetinin karşılığını alarak uhrevi kazanç elde edemeyeceğini ilahi beyanlardan biliyoruz. Bununla birlikte biz kalpleri bilemeyiz parasını veren herkesin Allah için bu ibadet sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünürüz. Fakat asla kişinin cennetlik ya da cehennemlik olduğunu söyleyemeyiz.”
Kardinal, Samiri’nin öfke dolu gözlerle baktığını görünce hafızasındakilerden çıktı. Samiri, kardinalin gözlerinde şeytani öfkeyi göremedikçe içten içe kaynayan bir kazana dönmekteydi.
Dişlerini sıkarak:
“Tıpkı eski ahitte anlatıldığı gibi yapmalıyız.” dedi.
Aklından geçen ismi kastetmediğini düşünmek istiyordu ama korktuğu başına geldi.
“Tıpkı Jezebel’in taşlanarak öldürülmesi gibi yapmalısınız.”
Kardinal içinden geçirdi:
“Adama bak, bir kulede şeytan olduğu bile kesin olmayan biriyle konuştu diye onu öldürmeyi, bedenini parçalamayı ve köpeklere yedirmeyi istiyor. Üstelik bunu herkesin saygı duyduğu kiliseyi temsil eden benden istiyor.”
Kardinalin aklı bir önceki cümledeydi bu adam teslise neden inanmıyordu? Acaba Hristiyan olmadığını mı ima ediyordu? Sorsa konu çok açılacaktı, adam belki daha başkalarının da taşlanmasını isteyecekti. Makam sahibi misafirinin daha başka isteklerine olumsuz yanıt vermekten kaçınmalıydı. Kulenin olduğu yere göre aklındaki sorunun cevabını bulabilirdi:
“Bahsettiğiniz kule nerede, hangi şehirde?”
“Buraya yakın bir yerde varmış ama şeytanla konuşulan başka bir kule daha var. Bahsettiğim kule Zürih’e yakın bir yerde Alplerin zirvesindeymiş.”
Kardinal, adamı başından salıverecek bir fırsat bulmuştu. Ayrıca bahsettiği bölgede Protestanlar Katoliklerden daha etkindi ve orada Hristiyanlık haricinde bir din yok gibiydi. Hani İspanya, Portekiz veya Fransa deseydi buralarda diğer semavi dinlerin inananları az da olsa vardı. Bahsettiği kişinin Hristiyan olup teslise inanmadığını söylemesinin tek bir cezası vardı. Bu durumda bu kişiye asi Protestanlar veya Yahudilerden çok daha büyük bir trajedi beklediği aşikârdı.
Kardinal bu adamı ne devlet yöneticilerinin ne hümanist çevrelerin ne de bilim adamlarının kurtarabileceğini biliyordu. İnsanların dinî tercihlerine saygı duymaktan bahsetmek için erken olduğunu da düşündü. Çok değil daha birkaç yıl önce teslis inancına inanmayan Serveta adlı birinin yağlı kazığa oturtulduğunu hatırladı. Sonunun böyle olmaması için bahsedilen kişinin tek seçeneği vardı, kaçmak!
Misafirine bu kişi ile ilgilenmeleri için Zürih’teki kardinal ile görüşeceğini ama Protestanların da etkin olduğu için bunun işe yaramayabileceği gibi bahaneler söyleyince Samiri, karşısındaki kardinalden ümidi kesti. Bu adamın şu an Londra’da olduğunu söylese de sonucun değişmeyeceğini anladı ve odadan çıktı.
Kardinal anlamıştı, misafirinin çıkarken: “Seninle sonra görüşeceğim, bana yardım etmemenin bedelini göreceksin!” der gibi baktığını.
“Kaderim neyse yaşarım.” diye aklından geçirerek tekrar masasına geçti.
Samuel, arka odanın açık kapısından konuşulanların tümünü dinlemişti. Konuşma sırasındaki sessizliklerin de ne anlama geldiğini tahmin etmişti. Samuel, kardinalin yüz ifadesinden onun bu adamdan hiç hoşlanmadığını anlamıştı. O sormadan kardinal söyledi:
“Dediklerinin abartılı olduğunu sanmıştım. Baksana, adam belediye başkanı yardımcılığı gibi önemli bir konumda olmasına rağmen resmen birinin recmedilmesine (taşlanarak öldürülmesine) öncülük yapmamı istedi. Anlattıklarının eksiği var fazlası yok!” dedi ve sordu:
“Ama bu adamlarla birçok miskin cinayetin ne gibi ilgisi olabileceğini anlamadım. Cahilce ve fanatikçe isteğinden dolayı adamı suçlu ilan edemeyiz.”
Samuel:
“Londra’da tek tük serseri cinayetleri eskiden beri olmaktaydı ama son birkaç günde on dokuz kız için -ki bunların bir kısmı manastırda rahibeymiş- kayıp başvurusu aldık. İlginç bir ayrıntı, kayıp kızların ortak özelliği ise dindar Hristiyan olmaları.” dedi.
“İyi de adamları kaçırıp fidye falan istemiyorlarsa ne amaçları olabilir? Ortada ceset yok. Afrika gibi yerlerden gemiler dolusu köle her gün getiriliyor. Londra’da yakalanıp ceza almanın riskine neden girsinler, ki Afrika’dan getirilen hazır köle varken?”
Samuel ürkütücü bir bakış attıktan sonra tek cümle söyledi:
“Kanlı, mistik, kurban ayinleri için…”
Kardinal, arkadaşının: “Şaka yapıyorum.” demesini bekledi ama Samuel’in yüz ifadesi ciddiyet doluydu:
“Sen de biliyorsun çoğu dinde kurban ibadeti vardır. ‘Çıkış Bölümü’nde Tanrı için kurban vermekten bahsedilir.”
“Avrupa’dayız, Kutsal kitaplar hayvan kurban edilmesini ister, insan değil. Bildiğim kadarıyla bahsettiğin insan kurban ayinleri Mezopotamya’da görülür dostum.”
“Yanılıyorsun. Hristiyanlıktan önce krallarımız Jüpiter aşkına, Jüpiter onuruna diye kadehlerini kaldırırlardı. Yıldız tanrıları için birçok kurbanlar verirlerdi. Bu anlayış halkta da yaygındı. Biliyorsun süt ne ise kaymağı da odur. Bir süre sonra Mesih’in kutsal solukları Avrupa’ya yayılınca insanların kurban edilmesi ayinleri de bir anda kesildi. Ama sonra mistik, marjinal gruplar, yeni bir kılıfla İsmar’a (Yıldız Tanrısı), Samas’a (Güneş Tanrısı) ve Sin’e (Ay Tanrısı) yeniden insan kurbanlarını sunmaya başladılar.” dedikten sonra kardinalin gözlerinin içine bakarak sordu:
“Bil bakalım kılıfları neydi?”
Omuzlarını silken kardinal:
“Bildiğim tek şey o dönemlerde kilisenin siyasi güç olmaya başladığı.” dedi ve derin bir nefes alıp bırakarak devam etti:
“Evet, tanrılara kurbanlarını kiliseyi kullanarak sundular. Daha açıkçası, hedeflerine koydukları kişileri cadı, büyücü, şeytan, kâfir diye damgalayarak kilise yönetimini kışkırttılar. Din adamları da verdikleri vaazlarla halkı galeyana getirip onların vahşice öldürülmelerine neden oldular. Söyler misin bana Mesih kimi cadı, kâfir diye öldürtmüş, hangi ilahi beyan böyle vahşete izin vermiş? Sen de biliyorsun bu Mesih’ten sonrakilerin çıkardığı anlayışlar. Daha az önce sen de duydun. Eski Ahit’teki Jezebel isimli kötü kadının recmedilmesinin anlatıldığı kısımları bahane ederek vahşetine kılıf bulmaya çalışıyor.”
“Evet, dostum doğru bildin. Asıl niyetleri olan tanrıları için insan kurban etmeyi gizlemek için Tevrat ve İncil’den alıntı yaparak halkı arkalarına almak istiyorlar.” diyen Samuel, kardinale anlamlı bir bakış yapıp devam etti:
“Dostum sen böyle diyorsun ama diğer kardinaller böyle düşünmüyor olmalı ki, sayılamayacak kadar çok kişinin hunharca katledilmesine onay verdiler. Daha doğrusu az önce dediğim gibi bu mistik grubun yönlendirmesine aldandılar. Bu gerçek, sorumluluktan kurtulmak için bahane olamaz ve aldanma bu vahşete sebep olanları aklamaz.”
“Yani bu mistik grup kiliseyi kendi çıkarları için kullandı diyorsun, öyle mi?”
“Evet, diğer amaçları da halkın gözünde önce kilisenin sonra da Tanrı’nın imajını bozmaktı ve maalesef başarılı oldular.”
Kardinal bir süre düşündükten sonra karşı tarafı kırmamaya özen gösteren bir sesle:
“Dostum, tamam böyle bir mistik grup olabilir ama bunları organize bir yapı veya çarpık bir inancın tezahürleri diye suçlaman için ortaya attığın tezin bir dayanağı olmalı. Karşımızdakilerin basit sapık bir çeteden öte dünyaya yayılmış örgüt olduklarını nasıl anlatabileceksin?” dedi.
“Sana bir şey soracağım. Sence on dokuz kayıp insan derken bu sayı rastgele mi seçilmiş?”
“Evet.” dedikten sonra kaşını kaldırıp sordu:
“Yoksa değil mi?”
On dokuz yıldız tanrısının her birine birer kurban sunmak için bunu yaptılar.”
“Peki, neden dindar kızlar?”
“Sebebini bilmiyorum ama onu da bulacağım.”
“Nereden biliyorsun on dokuz yıldız tanrısı olduğunu?”
“Yıldız tanrılarına inancın kökeni Sümerlere dayanır. Hatta paganlığın temeli de diyebiliriz ve onlar yıldızların hayatlarına hükmettiğine inanırlardı. Gök biliminde gerçekten önemli mesafeler katetmişlerdi.
Evet, kulelerin yapımı ile ilgili anlatılan dinî hikâyelerin doğruluk payı var. Bununla birlikte kendi tanrıları olan yıldızları gözlemlemek için de bu kuleleri yapmışlardı. Şu an Osmanlı’nın hüküm sürdüğü Mezopotamya’da Sümerlerin yaşadığı yerlerdi. Eskiden Natolya şimdi ise Anadolu dediğimiz coğrafyanın güneydoğusunda Nur-Adud harabelerini duydun mu?”
Samuel, cebinden bir deri çıkarıp masaya koydu ve devam etti:
“Bunu Londra kütüphanesinden ödünç aldım. Bu gördüğün aslan horoskobu, onların tanrılarının simgesi. Ayrıca dünyanın ilk yıldız haritasıdır. Bunu o bölgeden çıkarılan horoskobu gören kraliyet görevlisi çizmiş, sen de sayabilirsin. On dokuz yıldızın her biri onlara göre bir yıldız tanrısı, aslanın ağzının altındaki hilal de ayı simgelediği için Sin Tanrısı’ymış.”
“Sin Tanrısı, diğer tanrılardan farklı olduğuna göre daha mı üstün?”
“Tam bilmiyorum, öyle diye düşünüyorum.”
“Bu durumda onun için daha değerli bir kurban vereceklerdir. Belki bir devlet görevlisi belki bilim adamı belki de zengin biri yani yokluğu toplum tarafından hissedilecek biri.” dedi Samuel ve devam etti:
“Mezopotamya uygarlıkları konusunda çalışmaları olan bir tarihçi ile görüştüm. Bu bahsettiğim bilgileri o söyledi. Ayrıca onlar için Jüpiter de çok değerli bir yıldızdır. Hatta güneşten daha önemli bir yıldızmış Jüpiter. Kırk yedi yılda bir dünyaya çok yaklaşıyormuş ve o kadar parlak oluyormuş ki gökyüzünde ışıl ışıl görülüyormuş.”
Kardinal, aslında Samuel’in anlattıklarını ilk defa duyuyor değildi ama yine de ses çıkarmadan onu dinlemeyi tercih etti. Samuel de o dinledikçe anlatıyordu. Sonuçta karşısındaki kişi İngiltere Katolik Kilisesi’ni temsil eden çok yetkin biriydi. Böyle birinin kendisini dinlediğini görmek onu daha çok heveslendiriyordu.
“Bil bakalım bu konu ile ilgili çok önemli neyi öğrendim?”
Kardinal bakışlarıyla büyük bir dikkatle onu dinlediğini gösterince Samuel, kendi sorusunu cevapladı:
“Astroloji ile ilgilenen bir bilim adamı var.” deyince kardinal araya girdi tebessümle:
“Falcıları bilim adamı mı yaptın? Biliyorsun onlar için Jüpiter çok önemli bir yıldız.”
Samuel anlamıştı kardinalin bu konularda boş olmadığını:
“Yok, gerçek bilim adamı ve dedi ki az önce dediğim kırk yedi yılda bir olan olayın yarın akşam olacağını söyledi. İşin daha da ilginci arşiv araştırmalarından anladım ki kırk yedi yıl önce de aynı tarihte on dokuz rahibe adayı ve üç kişi ortadan kaybolmuş ve maalesef cesetleri ayrı ayrı yerlerde bulunmuş. Açıkçası kurbanlarla ilgili başka hiçbir şey yazılmaması çok tuhaf. Hani nasıl öldürülmüşler? Yara izi, ne bileyim bir dövme olur, cesetlerle ilgili mutlaka küçük çaplı da olsa bir otopsi yapılır. Hem de böylesine esrarengiz ve çoklu ölümler için o dönemin polisleri nasıl bunu fark etmemiş?”
Kardinal başını sallayarak ona hak verdiğini gösterdikten sonra:
“Evet, ama bugün o cesetler çürümüştür. Sadece sayılara ve tarihe bakarak o cinayetleri bu gizli yapılanmanın yaptığını düşünemeyiz.”
Samuel, yakın dostu kardinalin sanki kendisine çılgınmış gibi davrandığını hissetse de bunu çok önemsemeyip anlatmaya devam etti:
“Ama tanıklar yani kurbanların aileleri bize yardım edebilir, dedim. Tabii ki zor oldu, aradan geçen kırk yedi yılda çoğunun yakınlarının ya ölmüş olduğunu gördüm ya da yakınları kurbanları görmediklerini söylediler.” dedikten sonra asıl vurucu cümleyi söyledi:
“Ama içlerinden bazıları o vahşeti dün gibi hatırladıklarını söylediler. Hepsi aynı cümleyi söyledi. Kardeşlerinin karınlarında sekiz kenarlı yıldızın çizildiğini ve bu yıldızın etrafında kurumuş kan pıhtılarının çok fazla olduğunu söylediler. Bu da katillerin rahibe adaylarını öldürmeden onlar hayattayken bu yıldızları yaptıklarını gösteriyor.”
“Sekiz kenarlı yıldız yani Jüpiter’i temsil eden İsmar Tanrısı’na sunulmuş kurbanlar olmalı.” diyen kardinale Samuel şüphe dolu gözle bakmaktaydı. Kardinal, Samuel’in kendisine: “Sen bunları nasıl biliyorsun?” der gibi baktığını anlayınca açıklama yapma mecburiyeti hissetti.
“Vatikan’da sadece Tanrı inancı üzerine ders almadık. Diğer inançlar dersinde semavi dinlerden önceki inançları da bize anlatıldı aklımda kalmış birkaç yer var.” deyince
Samuel aklından:
“Öyleyse neden konuşmamızın başlangıcından beri anlattıklarımı ilk kez duymuş gibi davranıyorsun?” demeyi geçirse de bunun güvensizlik olarak anlaşılmaması için sesini çıkarmadı.
Kardinal korkmadı değil, Samuel, yalan söylediğini anlarsa durumu hiç de düzeltemezdi. Kendisiyle ilgili gerçekleri her şeye rağmen anlatamazdı. Anlatsa da Samuel’in ona inanmayacağı yüksek ihtimaldi hatta kendisini de bu mistik örgütle ilişkilendirebilirdi. Bildiklerini tam anlatması durumunda işlerin arapsaçına döneceğinden emindi. Emin olduğu diğer bir şey Samuel’in buz dağının görünen kısmını fark ettiğiydi.
Suyun altındaki kısmı görseydi bu işle baş edemeyeceğini anlayıp, “Bana mı düştü dünyayı kaostan kurtarmak!” deyip bir köşeye çekilebilirdi. Sırrını anlatması durumunda ne kadar aklıselim biri olsa da bazı şeyleri kabullenmeyeceği aşikârdı. Susmanın doğru olacağına karar verdi. Kardinal sessizliğini bozmak istedi:
“Peki, kim bu hedefteki kişi?”
“Bilsen ne olacak?”
Kardinal omuzunu silkeleyerek:
“Belki yardımım olur.” dedi.
Samuel kısa bir duraksamadan sonra:
“John Wickens.” dedi.
Kardinal gayriiradi yaslandığı koltuktan öne fırlayıp:
“Ne dedin?” diye sorunca Samuel şaşırmıştı. Bu derece büyük bir tepki hiç beklemiyordu.
“Tanıyorsun herhâlde!”
Kardinal kendine kızdı tanımıyorum diyemezdi. Din görevlisine uyan cevabı söyledi:
“Zaman zaman kiliseye gelirdi, sohbet ederdik.”
“Ee, ne konuşuyordunuz?”
“Her zamanki şeyler Tanrı’nın rızası için neler yapılmalı falan…”
Kardinal, “Teslisle, peygamberle ilgili, Tanrı’nın vahyini insanlara iletmesi gibi konular ile ilgili.” deseydi birçok soruya muhatap kalmak zorunda olacağını biliyordu. Samuel, kardinalin Dr. Wickens ile ilgili bir şeyleri sakladığını hissediyordu. Polisliğin verdiği şüpheci hisler onu yanıltmasa da saate bakınca gitmek zorunda olduğunu anladığı için kardinali tatlı bir sorguya çekemedi. Amiriyle buluşmak zorunda olmasa dostunun ağzından laf almasını bilirdi.
Samuel’in kalktığını gören kardinal derin bir nefes aldı. Onu uğurlarken:
“Dikkatli ol! Bu insanlar her şeyi yapabilir.” dedi.
Samuel bu söze de kafayı taktı. Yoksa üstü kapalı bir tehdit miydi? “Yok canım abartma bu kadar polisçilik oynama.” dedi kendi kendine. Amiriyle görüşmeye giderken mistik grubun içindeki casusunun gerçek adını hatırlamaya çalışıyordu. Yarınki ayinden sonra onun ismini ve gruptaki herkesin ismini ondan alırım. Kral danışmanı, bakan, komutan, vali kim varsa hepsini öğreneceğiz. Amirimden de izin alıp ayinden sonra hepsini içeriye alırız herhâlde. Belki de deliller yetersiz bekle derler. Kim bilir, kralımız bana devlet üstün hizmet madalyası bile verebilir.” diye içinden geçirdi.




Write a comment ...