09

9. BÖLÜM: 18. YÜZYILIN AVRUPASINDA SIR DOLU CİNAYETLER

Kâinat insanoğlunun en önemli rehberlerinden biridir. Birçok meselenin çözümünü yerküre ve üzerindeki canlıları dikkatle gözlemleyerek bulabiliriz. Çoğu canlı kuluçka döneminden sonra hayata gözlerini açmaktadır. Bu kuluçka döneminin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi için şüphesiz yumurtanın içindeki karbon, hidrojen, azot, oksijen gibi anasır ve diğer elementlerin eksiksiz hazır olmalı. Ayrıca değişim reaksiyonlarının olması için de katalizör gibi diğer etkenler de mevcut olmalı ki doğru reaksiyonlar gerçekleşebilsin. Sayılamayacak kadar element, sayılmayacak kadar reaksiyonlardan geçerek önce hücreyi sonra özelleşmiş doku ve organları oluşturur.

    Bu süreçte dışarıdan sağlanması gereken uygun sıcaklık ve yumurtayı belirli bir yönde çevirme sağlıklı cenin için gereklidir. Bu aşamalardan sonra civciv gagasıyla dış kabuğu kırıp hayat denilen uzun yola ilk adımını atar. Ama aynı fiil yani kabuğu kırma içten değil de dıştan olsaydı bu durumda cenin ne yaşayabilirdi ne de yumurtadan fayda sağlanabilirdi.

     Kâinat, civciv hikâyesi ile bize şu mesajı vermektedir:

    “Birey toplumunu, dünyasını değiştirmek istiyorsa içinde zaten var olan dürüstlük, adalet,  iyilik, fedakârlık gibi erdemlerle değişimi kendisi başlatmalıdır. Bunun için belki farklı bir medeniyetin belki başka bir ülkenin kendi bünyesi ile uyumlu olabilecek bazı özelliklerini, anlayışlarını kendine rol model alarak alabilir. Bu dış müdahalelerin sınırları belirli olmadığı takdirde gelen kontrolsüz ve aşırı güç, yumurtanın kabuğunu kırdığı gibi toplum da hercümerce sürüklenebilir.

Abraham, Mark gibi adalı gençler bazı yönlerden ortak olup diğer yönlerden farklı olsalar da birbirlerinin görüşlerine saygı duyup eşit oldukları, hiçbir fâninin kutsanmaması, dürüstlük, doğruluk gibi ortak anlayışlarıyla adada bir sinerji sağlamışlardı. Bu değişim sinerjisi olgunlaşmıştı ve Lord’un kurduğu zulüm kabuğunu kırmak üzereydi.

Adanın çok ilerisinde, kuzey doğusunda etrafı mavi sularla çevrili yeşil bir kara vardı. Burada ten renkleri; beyaz, esmer, az da olsa siyah olanlar, gözleri; siyah, mavi, yeşil, ela olanlar ve saçları; siyah, sarı, kızıl olanlar vardı. Her insan gibi onlar da içlerindeki sevgi ve erdemlerle aslında bu farklılığı önemsemiyorlardı. Ama üzerlerine çöken karanlık Orta Çağ anlayışı, Avrupa kıtasının üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. Bu öyle bir kâbustu ki akılları tutulduğu için düşünemiyor, gözlerine perde indiği için göremiyor ve kalplerine örtüler çekildiği için yürekleri dış âleme sevgi, merhamet ve hoşgörü ile bakamıyordu.

Zorbalar, tarihin en büyük ittifakını kurmuştu bu aydınlık kıtaya. Büyük şatoların, köşklerin, sarayların içindeki yöneticiler, soylular ise ya halkı kendi çıkarları için kullanmakta ya da boş vaatlerle onları oyalamaktaydı.

Kilisenin umursamaz ve güçlüden yana olup fakiri ezen tavrından dolayı halkın içindeki itibarı zedelenmişti.

“İşler yolunda, halk önce kiliseden, sonra da Tanrı’dan nefret edecek.”

“Kim demiş bizim yıldız tanrılarımızın asırlar önce öldüğünü?” diyene diğeri hemen uyarırdı:

“Sessiz ol, gizlilik politikamızı sakın ihlal etme! Gevşemek yok, yeni keşfedilen büyük kıtada nasıl söz sahibi olabiliriz bunu düşün.” dedikten sonra ekledi:

“Haydi işimize gidelim. Tanrı’nın temsilcisi veya kendisi olduğunu sandırdığımız din yöneticileri yetmez, şu bilim adamlarına da Tanrı ile yarıştıklarına inandırmalıyız. Böylece insanları en çok etkileyen din ve inanç bizim tekelimizde olacak.”

Hz. İsa’ya inananların sayısı günden güne, yıldan yıla artmıştı ve sonunda pagan inançlarına sahip Roma merkezi yönetimi periferiden gelen bu dip dalgaya karşı koyamayacağını bildiği için harekete geçti. Roma yönetimi din adamlarını satın alarak, onların nefislerini pohpohlayarak ve kendi casuslarıyla pagan inançlarını Hz. İsa öğretilerinin içine yerleştirdi. Böylece Tanrı-kral düzenlerinin devam etmesini istiyorlardı.

Her şeye rağmen Avrupa kararlıydı, doğacak civciv bazı sakatlıklara sahip olsa da artık kabuğun kırılma zamanı gelmişti. Aydınların yeni ümidi, civcivin büyüme sürecinde sakatlıklardan kurtulacağıydı. Belki onlar bunu görmese de kalp ve aklın izdivaç ettiği çağlar yakındı. Akıl etrafındaki ön yargılarla dolu kabuğunu kırmıştı ve eşi olan kalp ile buluşması çok yakındı.

18. yüzyıldaki dönüşümün en önemli şehirlerinden biriydi Londra. Güneşin doğup batmadığı uzun bacaklıların yaşadığı bu ülke ile İkiz Ada arasında benzerlikler vardı. Sanki dünyanın küçültülmüşü Avrupa, oranın da küçüğü İngiltere ve İkiz Ada’ydı. Üstlerindeki bulut ve sis bazen o kadar artıyordu ki güneş şuaları zar zor ortalığı aydınlatırken bazen de güneş zaferini ilan eder gibi şualarıyla girmedik delik, aydınlatmadık karanlık bırakmıyordu.

Maddenin ötesini görebilenler altıncı hisleri ile bunun iyilik ve kötülüğün bitmeyen savaşını anlattığını görebiliyorlardı. Karanlık, bazen tavan arasında bazen mahzende bazen de duvardaki bir delik gibi sürekli değişik yerlerden çıktığı için güneş kesin zaferini ilan edemiyordu. Ama durmak yoktu, Kâbil zihniyetine inat belki doğrudan belki aynadan, sudan yansıyarak dolaylı da olsa güneş, karanlığı boğmaya kararlıydı.

Habil zihniyetinin mirasçılarından aydınlığın dönmez sevdalısı diyebileceğimiz Samuel, eski dostu kardinale sıkı sıkı tembihledi:

“Ben yokmuşum gibi davran, açık kapıdan seni ve onları dinlediğimi fark ederlerse öldük demektir.”

Kardinal merdivenlerden gelen tak tak sesinin şiddetinin gittikçe çoğalmasından anlamıştı gelen çok özel makam sahibi misafirlerinin yaklaştığını. Her devirde insanların büyük bir gıptayla kendisini izlemesini isteyen enaniyet sahibi insanlar olmuştur. İnsanların ona bakmasını, alkışlamasını bekleyen nefsini firavunlaştıranlar, farkında olmasalar da ruhsal bir hastalığın pençeleri arasında ızdırap duyarlar.

Eski Roma’da uzun giysilerini yerde sürerek yürüyen bu zihniyetin âdeti, 18. yüzyılın Avrupa’sında sert ayakkabı köselesi ile şiddetli tak tak sesi çıkarmaktı. Kardinal misafirinin hemen kapının önünde olduğunu ve kapının üzerindeki “Tanrı yerin ve göğün tek sahibidir.” yazısını okuyarak tefekkür etmekte olduğunu anladı. İzin almak için değil, geldiğini göstermek için kapıya bir kez vurup içeriye girdi.

Samiri, seyrek ve kısa sakalı, patlak gözleri, eğri burnu, kepçe kulağı ve başındaki fötr şapkası ile kendine has görünüme sahipti. Kardinal, diğer din adamlarından farklı olarak alçak gönüllü biriydi. Kendine düşman veya rakip olarak nefsini belirlemişti. Kendisi gibi çamurdan yaratılmış kullarla iyilikleri yayıp kötülükten menetmede yarışmak gerektiğini okuduğu Mesih’i öğütlerden öğrenmişti. Diğer kardinallerin aksine gelen misafiri için ayağa kalkma ve önlüğünü ilikleme alışkanlığına sahipti. Ama bu sefer eski dostu Samuel’in Samiri hakkında anlattıklarından etkilenmiş olmalı ki sadece ayağa kalkmayı tercih etti.

“Sayın Belediye Başkan Yardımcımız Samiri, ziyaretiniz beni ziyadesiyle memnun etti.” deyip oturması için yer gösterdi.

Samiri tebessümle selamladıktan sonra işlerinin çok yoğun olduğunu ve bu koca şehri idare etmenin ne kadar zor olduğunu anlattı. Sonrasında konuşmayı yavaş yavaş ziyarete geliş amacına getiriyordu. Bundan önce kardinalin talebine olumlu cevap vermesi için önce kiliseye yaptığı bağışları hatırlattı. Fakat bu yetmeyebilirdi. Samuel’e onun çok değerli biri olduğunu şatoda yaşamayı hak ettiğini ve onu papa olarak Vatikan’da da görmek istediğini söyledi. İlminin derinliğini anlatarak, onun Hz. Musa ile arkadaşlık eden Hızır’ı akla getirdiğini söyleyerek hem kendi ilmini göstermeyi hem de onu iyice pohpohlamayı hedefledi.

    Kardinal, misafirinin üstü kapalı olarak Vatikan’daki seçimlerde destek olabileceklerini ve sahip olduğu irili ufaklı birçok şatodan birini hediye edebileceğini anlamıştı. Bütün bunlar rüşvet değil hediyeydi ve bunlar al gülüm ver gülüm anlayışı değildi(!) Fakat Samiri bu sefer diğer kardinallerin aksine onun gözlerinin arkasındaki maddi hırsı görememişti. Samiri hislerine güvenen biriydi, beklediği ışığı göremediği için huzursuzlansa da şansını denemeyi düşündü. Kardinalin tepkisine göre onu fişlemek bir diğer amacıydı.

“Sevgili dostum, şehrimiz ve ülkemiz adına zor günler geçiriyoruz ve bu süreçte maalesef bazıları sorumsuzca davranarak şeytana hizmet etmekte. Neyse ki sizin gibi Tanrı’nın çocukları var ki hadsizler cezalandırılabilmekte.”

Kardinal, Samiri’nin geliş nedeniyle ilgili Samuel’in söylediklerinde haklı olduğunu anladı. Samiri’nin ne isteyeceğine dair söylediklerinde de yanılmayacağını düşündü. Tanrı’nın çocukları ifadesini daha çok Protestanların önde gelen fetva heyeti kullandığı için bunu biraz garipsemişti. Yaşlı Samiri’nin Katolik Kilisesi’nde olduğunu unuttuğunu düşünerek ses çıkarmamayı tercih etti.

“Aslında…” diyerek devam etti Samiri.

“Yaptığı sorumsuzluktan öte iblislik gibi bir şey.”

Kardinal, iblislik sözünü de duyunca artık Samiri’nin niyetinden emin gibiydi ama asıl soru, hedefteki kişi kimdi? Samiri’nin adamın ismini söylemekten çekinmesi onun merakını daha da arttırdı. Samuel de Samiri ve arkadaşlarının hedefinde önemli biri olduğunu biliyordu ama kim olduğunu henüz anlayamamıştı. O da içeriden kapı aralığından büyük bir merakla onu dinliyordu.

“İblis derken abartmıyorum. Bir iblis ancak iblisle konuşur. Dağın başında gözlerden uzakta o kulede gökteki şeytanla konuşuyor, bundan eminiz.”

Kardinal bir süre düşünmek zorunda kaldı. Misafiri gökteki şeytanla derken neyi kastediyordu? Bahsedilen kişi affedilemeyecek derecede sapıkça, inanca aykırı konuşmuş olmalı diye düşündü ama Samiri’nin abartmış olabileceğini de göz önüne aldı. Samuel’in de bazı doğru şeyleri abarttığını ve onun etkisinde kaldığını düşünerek kendine kızdı. Bununla birlikte bahsi geçen kişinin iblisle konuştuğunu net olarak söylemekteydi. İblis derken bir insanı kastediyor olabilirdi. Kafasındaki soru işaretlerine cevap bulmak için anlattı.

“Tanrı’ya karşı geldiği için O’nun huzurundan kovulan ve belirli vakte kadar kendine süre verilen şeytandan bahsediyorsun. O istese de göğe çıkamaz. Ancak bu kirlenmiş yeryüzünde ve ona layık olan yerin dibinde yaşayabilir. Ne zaman Tanrı’nın izin verdiği yeri aşmaya çalışsa karşısında kanatları ve heybetli duruşuyla Tanrı düşmanlarına korku veren melekleri görür. Bu sayede hatırlar cehennemdeki zebanilerin ona yapacaklarını.”

Kardinal misafirinin başını sallamasından onun mecazi olarak değil gerçekten iblisten bahsettiğini anlamıştı ama yine de onun gibilere göre şeytan olabilecek seçenekleri sıralamaya başladı.

“Atalarımızın toprağını işgal etme tehdidini savuran Osmanlılar, azizlerimizin ikonlarını kiliseden kaldırma vefasızlığında bulunan Martin Luther taraftarları mı? Kutsal babamızı savunmadığı gibi onu öldürmeye çalışan Yahudiler mi? Yoksa çok eski tarihten beri rakibimiz olan ve birçok konuda çeliştiğimiz Fransa mı?”

Kardinal artık emindi Samiri’nin bahsettiği kişinin gerçek bir iblisle konuştuğundan. Kardinal sadece Hristiyanların değil, Müslümanların, Yahudilerin hatta semavi dinler öncesi süreçte çok tanrılı dinlere inanan insanların çeşitli ritüellerde ruhlarla iletişime geçtiğini biliyordu. Üstelik mistik inançlara sahip bazı grupların son zamanlarda Londra’da faaliyetlerini iyice artırdıklarını da biliyordu. Ayrıca arkadaşı Samuel de Samiri gelmeden önce bu grupların ayinlerinden bahsediyordu.

Konuyu tam Samiri’ye getirmişken onun kilise bahçesinden girdiğini duyunca konuşmasını kısaltarak ona karşı dikkatli olması gerektiğini, onun kibirlendirici sözlerine aldanıp pişman olacağı vahşice işler yapmamasını dile getirmişti. İngiliz istihbaratında çalışan arkadaşının genelde Londra’daki cinayetlerle ilgilendiğini, böyle inançla ilgili meselelere çok karışmadığını biliyordu. Onun boşa konuşmayan bir mizaca sahip olduğunu bildiği için cinayetlerle Samiri arasında bir bağ olduğunu düşündü ama belediye başkan yardımcılığı gibi saygın bir görevdeki adamın ne işi olurdu böyle adli vakalarla ve ruhsal meselelerle. Adam kimliği ve mesleği ile bağdaşmayan şeytan gibi konulardan bahsediyordu.

     Hafif tebessümle dedi:

“Efendim, ruhsal meseleler herkesin ilgisini çeker. Fincanla falan ölmüş bir tanıdığının ruhu ile iletişime geçmek isterken şeytanla iletişime geçmiş olabilir. Biliyorsunuz Tanrı’nın eşsiz saltanatına sahip Süleyman da ruhlarla iletişime geçerdi. Bununla ilgili bazı hurafeler olsa da şeytan gibi metafizik varlıklarla iletişime geçilebilir.”

Samiri, başını sağa sola sallayarak:

“Hayır, hayır. Bu sizin bahsettiğiniz şekilde ruhlarla iletişim değil, fincan veya benzeri bir cismi kullanmadığı gibi ruhları çeken bir zikir falan da söylemiyormuş.” dedikten sonra kardinalin tüylerini diken diken eden cümlesini söyledi:

“Böyle ayinlerde şeytanın sesi hiç duyulmaz veya belirli belirsiz birkaç fısıltı sesi duyulabilir ve lanetli mahlûk geldiğini göstermek için bazı cisimlerin yerini değiştirebilir. Ama bu adam ne yapıyorsa net olarak iblisin sesini duyuyormuş.”

“Emin misin, ne demiş mesela?”

“Bu ıssız dağ başındaki kulede ne oluyor diye bir köylü gizlice içeriye sokulmuş. Birazdan söyleyeceğim sözleri duyunca korkudan altına kaçırmış. İçeride o adamdan başka kimse yokmuş. Duyduğu ses garipmiş sanki bir borudan gelen ses gibiymiş.

‘İnsanları mutlaka dalalete düşüreceğim, hem onları şüphesiz boş temennilere sevk edeceğim hem onlara kesinlikle emredeceğim gerçekten hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara mutlaka emredeceğim de Allah’ın yarattığını şüphesiz değiştirecekler.’”

Aslında bu sözler kardinale yabancı gelmemişti. Bir yerden bu sözleri duyduğundan emindi ama nereden? Kitab-ı Mukaddes’te ve tefsir kitaplarında benzer ifadeler vardı ama bu ifadenin onlardaki ifade olmadığından emindi. Samiri’nin öfke dolu sesi onu hafızanın koridorlarından çıkardı:

“Daha ne düşünüyorsun, insanları dalalete düşüren ve boş temennilere sevk eden şeytandan başka kim olabilir?” dedikten sonra kardinale yaklaşarak:

“Hayvanların kulağını zevk için kesen her şeyi yapar. Bence kimsesizlere yapılan faili meçhul cinayetlerin ardında bu adam ve onun çevresindekiler var.”

Kardinal arkadaşı Samuel’in uyarılarıyla misafirinden ilginç şeyler duyacağını tahmin etmişti ama gizemli kule, şeytan ve cinayetlerin bir arada olduğu bir hikâyeyi beklemiyordu.

“Kule nasıl bir şeymiş ve neden ıssız bir yer?” diye soran kardinale Samiri cevap verdi:

“Siz daha iyi bilirsiniz kutsal kitabımızı.”

Kardinal, Samiri’nin Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan Babil Kulesi’ni kastettiğini anlamıştı. Kulenin yapılışını anlatan hikâyeyi de hatırlamıştı. Bu kule, tarihte bilinen en eski kule olmalıydı. Çünkü yaratılışın on birinci bölümüne göre bu kule başlangıçtı. Dünyadaki bütün insanların aynı dili aynı sözleri kullandığı dönemde yapılmıştı. Rab, onları yeryüzüne dağıttı. Bu nedenle kente kargaşa sözcüğünü çağrıştıran Babil denmişti. Ayrıca tarihçilerin aynı bölgede olan başka bir kuleyle ilgili hikâyesini de hatırlamıştı.

 İnsanlığın babası olarak kabul edilen ve Sümer tabletlerinde kendisine Yüce Baba diye hitap edildiği anlaşılan Abraham, tanrılık iddiasındaki Nur-Adud’u hidayete davet etmişti. Onu ve her şeyi yaratan sonsuz kudret ve ilim sahibi Tanrı’nın yerin ve göğün tek sahibi olduğunu söyleyince Nur-Adud zorbalık iktidarını sürdürmek ve insanlara küstahça: “Kule ile gökyüzüne çıktım ama onun dediği Tanrı’yı göremedim!” demek için kuleyi yaptırmıştı. Benzer bir hikâyenin Hz. Musa ve Mısır Firavun’u arasında da geçtiğini hatırladı.

Kardinal, “Evet haklısınız, tanrılık iddialarında bulunan Nur-Adud (Nemrut) da Firavun da kule yaptırmıştı.” dedikten sonra ilave etti:

“Aynı zorbayla ilgili anlatılan başka kule hikâyesi de var. Bu zalimin Abraham’ı yakmak için tutuşturduğu ateş âdeta bir alev dağı oluşturmuştu. Bu alevlerin içinde Abraham’ı göremiyordu. Belki de zevk duymak için Abraham’ın yanışını seyretmek istedi bunun için bir kule yaptırdı ve ateşler içindeki Allah dostuna bakınca onun yanında biri olduğunu gördü ve dedi: ‘Ey Abraham, senin Büyük İlah’ının kudret ve kuvveti o kadar büyükmüş ki gözümle gördüm bu hâlden seni kurtardı.’”

Kardinal, anlattıktan sonra Abraham için Allah dostu ifadesini keşke kullanmasaydım, diye aklından geçirse de misafirinin bu gafı fark etmediğini anlayınca rahatladı.

“Anlattığın bu hikâye, bahsettiğim kuleyi yapanların din düşmanı olduğunu gösteriyor. Kim bilir belki maddi belki de mecazi olarak yakacağı ateşle tıpkı Nemrut gibi insanları yakacak ve bu yüksek kuleden onları izleyecekti.”

Write a comment ...

Write a comment ...

ademnoah-mystery author

What Does the Author Write About? The author mention mystical, scientific, medical, and spiritual themes within a blend of mystery and science fiction. His aim is to make the reader believe that what is told might indeed be true. For this reason, although his novels carry touches of the fantastical, they are grounded in realism. Which Writers Resemble the Author’s Style? The author has a voice uniquely his own; however, to offer a point of reference, one might say his work bears similarities to Dan Brown and Christopher Grange. Does the Author Have Published Novels? Yes—Newton’s Secret Legacies, The Pearl of Sin – The Haçaylar, Confabulation, Ixib Is-land, The Secret of Antarctica, The World of Anxiety, Secrets of Twin Island (novel for child-ren)

Pinned