“Açıkçası şunu diyorum” diyen Mark hikâyeyi anlatmaya başladı:
“Bu iki simyacı ve başka bir simyacı beraber asırlar öncesinden başlatılan bu kule ile ilgili gizli bir çalışmayı devam ettirmişler ve bence buraya gelince de yarım bırakmamışlar. Ama bu kule için onların bilinmeyen çalışmasının devamı olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz.”
Abraham “Mark’a bak, anlattığı bilgiler hafife alınacak şeyler değil, anlattıklarıyla acaba beni mi yokluyor.” diye aklından geçirdikten sonra onu dinlemeye devam etti.
“Ama bence iki nedenden dolayı söyleyebiliriz. Tıpkı Harran’daki üniversitelerin kulesinin tabanında olduğu gibi bu kulenin de tabanında iki mıknatıs var.”
“Evet, haklı olabilirsin, ikinci neden ne?”
“Kulenin içerisine girdiğimde duvarların siyah renkli olduğunu fark ettim. Sen de benim gibi düşünerek içeride ateşin yakıldığını ve duvarların bu yüzden siyah olduğunu sanmış olabilirsin ama elimle kontrol ettiğimde bunun ateş dumanının izi olmadığını anladım. Çekinerek de olsa tadına baktığımda bunun kurşun tadı olduğunu fark ettim. Bu kuleyi yapan bilerek iç duvarın toprak harcının içine yoğun miktarda kurşun koymuş. Bu kurşunu nereden nasıl getirdiğini bilmiyorum ama bildiğim Harran’daki kulenin de içinin aynı bu kuledeki gibi kurşunla çevrili olduğu.”
“Bana kızma ama Harran’daki kule ile ilgili ben de bir şeyler okudum ama ne mıknatıstan ne de kurşundan bahsediyordu. Acaba bu hikâyeyi sana anlatanların gizem katmak için uydurdukları bir yalan olmasın bunlar?”
“Her bilgi kitaplarda yazmayabilir veya sonradan çıkartılmış da olabilir.”
Abraham, hem canlı örnek olan Lord’u hem de okuduğu tarih kitaplarını göz önüne alarak Mark’a hak verdi ve başını sallayarak böyle olabileceğini kabul etti.
İki kâşif bu enteresan kuleye son kez bakmaktaydılar. İkisinin de kafasında benzer sorular vardı. Yapılış amacı kulenin en yüksek noktasına çıkıp adanın etrafını gözlemek olabilirdi. Belki denizden gelebilecek bir gemiyi ya da bir düşmanı daha erken görebilmek için veya bir efsanede var olan göl canavarını fark edip erken uyarı sistemi gibi etraftakilere haber vermek için inşa edildiğini düşündüler. Ama adanın üstündeki ve kulenin etrafındaki yoğun sis görüş mesafesini oldukça düşürmekte olduğu gibi etrafta da bir yerleşim yeri yoktu ki gelen tehlikeye karşı onları uyarsınlar.
Böyle bir uyarı sistemini kurmaya niyetlenseler bile gölün içindeki Doğu Adası’na bu kuleyi yaparlardı. İlk gelenlerin Çevre Ada’ya yerleştiğini anlatan hiçbir rivayet de yoktu. Ayrıca kulenin en üstüne çıkıp etrafı gözetleme amacı olsaydı spiral dönerli merdivenler yaparlar ve belirli yerlere pencere açar veya balkon yerleştirirlerdi. Böyle üstünkörü duvarlara hafif çıkıntı ile merdiven basamağının yapılması bu çıkıntıların kulenin yapımı için kullanıldığını göstermekteydi. Abraham diğer ihtimallerden biri olan cennete ulaşma arzusunu da göz önüne almadı değil.
Abraham, Mark’a dönerek, “Belki sen de hatırlarsın ilahi beyanda yazar.” diyerek anlatmaya başladı:
“Hz. Musa, Tanrı’nın yerin ve göğün tek hâkimi olup sonsuz ilim ve kudretiyle kâinatı yönettiğini anlatınca Firavun, veziri Haman’a söylemiş: ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu kişinin dediği İlah, göklerde var mı bir bakalım? Bunun için yüksek bir kule yap.’ Sonrasında böyle bir kule yapılmış mı bilmiyorum ama senin de bildiğin gibi kavmi içinde birçok gizemleri barındıran devasa ve göğe kadar uzanan piramitler yapmışlar. Belki kule derken piramitler kastedilmiş olabilir belki de asırlar öncesinde gerçekleşen bu olaydaki kule sonradan yıkılmış olabilir.” dedi. Sonra sordu:
“Ne dersin bu öyle bir amaçla yapılmış kule olmasın?”
Mark kendinden emin bir sesle cevap verdi:
“Atalarımızın geçmişinde büyük mabetler, tapınaklar yaptıklarını biliyoruz ama bahsettiğin gibi yukarıda Tanrı var mı diye kule yaptıklarını hiç duymadık. Ne kadar maddiyatçı da olsa aklı başında herkes bilir Tanrı’nın yukarıda bizim masallarda duyduğumuz krallar gibi tahtına oturup yeryüzünü izlemediğini. Zaten az önce anlattığım simyacıların da bir kısmı dünyayı yöneten yaratıcı bir ruhun olduğunu ama insanların işlerine karışmadığına inanırlardı.
Onların gezici, akıcı enerji dediklerinin monoteizmdeki karşılığı melektir. Demek istediğim eski çağlardan beri farklı inançların ortak anlayışı, cismani olarak göremediğimiz bir gücün ve ona şartsız itaat eden daha küçük metafizik şeylerin bu güce itaat ederek veya onunla uyum içinde çalışarak kâinatı ve insanları yönettiğini anlatır.”
“Evet, aslında tevhit inancına benzer. Daha önce de sana diyecektim tek olan bir Yaratıcı’ya inanma yönünden bakarsak evet simyacıların inancıyla tevhit inancı benzer ama tevhit inancındaki ölümden sonraki hayat ve peygamberlere iman etme anlayışı ile ilgili simyacılar da somut ve standart bir inanış yok.”
“Evet bu farkı biliyorum, senin de dediğin gibi onlarda standart yok.”
Mark tebessümle cevap verdi:
“Daha önce de dediğim gibi biz özgür kişileriz, bizi kendinden bir parça görürsen bizim için sorun yok. Ama hepimiz için değil bir kısmımız için bunu söyleyebilirim.”
Mark:
“Diğerleri diye bilinenleri tanısaydın ve onların ideolojisi ile simyacıları değerlendirseydin bizi gördüğün yerden hemen uzaklaşırdın. Tıpkı sinsi bir yılan görmüş gibi.” diye aklından geçirdi.
Konuyu değiştirmek için ayağa kalktı ve dedi:
“Dostum bu uzun ve gizemli arkadaşımızdan ayrılmak zorundayız. Daha kaplumbağaların merak ve iştiyakla nereye gittiklerini bulacağız.”
Abraham’ın aklına surun üzerinden adaya bakarken gördüğü büyük boşluk geldi.
“Beni izle, yanılmıyorsam onları nerede bulacağımızı biliyorum.” dedi.
Kulenin daha ilerisine giden iki kâşif Abraham’ın tahminin doğru olduğunu anladılar. Önce muntazam ilerleyen kaplumbağa konvoyunu sonra da onların gittikleri yeri buldular. Abraham yanılmamıştı, kaplumbağaların gittiği yerle gördüğü büyük boşluk aynı yerdeydi.
İki kâşif yuvarlağa yakın şekilli olarak tanımlanabilecek çapı yüz metreden biraz fazla olan derin bir çukurun önüne gelmişlerdi. Kaplumbağalar çukurun etrafındaki toprağa tutunarak tabana inmeye çalışmaktaydılar. İçlerinden büyük olanlar kayıp yuvarlandıklarında gelen sesten çukurun tabanının suyla dolu olduğu anlaşılıyordu. Tabanı göremedikleri için suyun temiz veya kirli olup olmadığı hakkında bilgi sahibi olmadıkları gibi suyun nasıl orada olduğu ile ilgili malumatları da yoktu. Belki yeraltı suyu belki yağmur suyuydu.
Abraham kendi adalarında tek tük kaplumbağa görmüştü. Burada ise sayılmayacak kadar çok olan bu hayvanların göle gitmeyip okyanusla bu çukur suyu arasında gidip gelmelerini dikkat çekici bir ayrıntı olarak görmüştü. Hayvanların otun, balığın olmadığı göle gitmemelerinin bir hikmeti olduğunu düşündü. Tamam, göldeki suda bazı zehirli maddeler olabilirdi ama oranın suyunu içip de senelerce yaşayanların olduğunu da biliyordu. Sonuçta bu hayvanların göl suyunu kullanmaları onların hemen ölecekleri anlamına gelmiyordu. Bu tercih, onların tecrübeleriyle veya zaten olmayan akıllarıyla açıklanamazdı. Peki, neden tuzlu su kaplumbağaları bile denizden çıkıp maşuğuna gider gibi hızla bu kuyuya gelmekteydi? Mark da benzer düşüncelerini latife ile dile getirdi:
“Gölden çıkıp Melisa’ya giden sen gibi giden bu kaplumbağalar neden böyle hızla geliyorlar buraya?”
“Birinci cümleni duymazdan geliyorum. İkinci cümledeki sorunun cevabını ben de merak ediyorum, bu çukurun nasıl olduğunu ve onları kendine çeken suda ne olduğunu da.”
Mark, düşünceli gözlerle dev çukura bakarken:
“Çukurun dibini göremediğimiz için derinliği tahmin edemiyoruz. Ayrıca yükselen buhardan suyun sıcak olduğunu anlıyoruz ama ne kadar sıcak olduğunu bilemiyoruz. Demem o ki az önce kule ile gökteki cennete giden yolu, şimdi de bu devasa çukur ve içindeki kaynayan suyla cehenneme giden yolu mu bulduk?” dedi.
Abraham eliyle kuyudan çıkan ve denize doğru giden kaplumbağaları göstererek, “Onların hiç de cehennemden çıkmış gibi hâlleri yok. Baksana, kuyudan çıkan kaplumbağalarda yanık izi olmadığı gibi, aksine daha dinçler.” dedikten sonra sordu:
“Sence buraya neden kuşlar tavşanlar gibi diğer hayvanlardan daha çok kaplumbağalar geliyor?”
Mark omuzunu silkeleyerek, “Bilmem.” deyince Abraham devam etti:
“Bence mutlaka kaplumbağaları diğer hayvanlardan ayıran bir özellik olmalı ama ne?”
“Bunlar kabuklu canlılardır. Gelen fiziki saldırıdan kabuklarına çekilerek kurtulabilirler, ne bileyim başka?” diyen Mark’a Abraham kafasını sağa sola sallayarak cevap verdi:
“Şimdi hatırladım, bu hayvanlara yaşayan tarih derler, kütüphanedeki bir parşömende okumuştum. Bazı kaplumbağa türlerinin üç, dört asır yaşadıkları yazıyordu. Ayrıca şu an tam hatırlayamadım ama kabuk desenleri ile yaşlarının hesaplanabildiğini okumuştum.”
“Bu arada sen hangi konu olsa kütüphanede onunla ilgili metin okuduğunu söylüyorsun. Bu kadar çok kitap var mı orada?”
Mark, aslında cevabını bildiği bir soru sorarak onun sır saklama huyunu ölçmek istemişti.
Abraham başını sallayarak:
“Aynısını babam da demişti. Ona dediğim gibi sana da diyorum, kaçak yollarla girersen kütüphaneyi sana gösteririm.”
Mark başını arkaya doğru götürerek:
“Boş ver, Lord’a yakalanıp başımın belaya girmesini istemem. Buraya nasıl geldim diye zaten kendime kızıyorum!” dedi.
Sura yakın bir yerde bulunan cesur gençler, duydukları kükreme sesiyle irkildiler. Sesin hangi taraftan geldiğini ilkinde anlayamasalar da ikinci kez aynı sesi duyunca emin oldular bunun surun diğer tarafından geldiğine.
Mark, Abraham’ın bakışlarından bu sesin kaynağını öğrenmek istediğini anladı ve hemen kaşlarını çatarak yerinden kalktı:
“Hiç kusura bakma! Pamuk Prenses Kulesi, cehenneme açılan çukur ve gizemli kaplumbağa rotası… Bence bu kadar macera yeter. Bu adaya gelmemiz bile büyük bir olay. Hiç sesini çıkartma, hava da karardı. Artık buradan ayrılıp gecenin karanlığında kendi adamıza yani dünyamıza dönebiliriz.”
Abraham da arkadaşına hak verdi ve göl kıyısına doğru yöneldiler. Abraham atalarının bu adaya gelmesinden yüzyıllar öncesinde Mısır’da yapılan piramitler tekrar aklına geldi. O devasa piramitlerin yapılması büyük gizemdi. Sayısız köle çalışsa bile o dev kayaları kaldırmaları imkânsızdı. Yakınlarında tüm piramitlere yetecek kadar kaya olmadığı gibi dev kayaları milimlik hesapla kesecek imkânın ve onları taşımanın büyük zorluğunu düşünen Abraham, daha ileri teknolojiye sahip gökler ötesinden gelen canlıların bu yapıları inşa ettiklerini aklından geçirdi.
“Kim bilir belki de bu kuleyle yukarıdan insan dışı varlıklar geliyordur.” diye öngörüde bulunurken sazlıkların arasından çıkan sesten ürpererek Mark’a çarptı. “Vak vak.” seslerini duyunca yaban ördeğinin kanatlandığını anladı. Mark da Abraham gibi ani sesle ürperdi. Sazlıkların arasındaki kayığı ittirip kürek çektikten sonra hem yaşadıklarını değerlendirmek hem de Lord’un adamlarına yakalanmamak için derin sessizliğe gömülmeyi tercih ettiler. Abraham gelirken kafaya taktığı göl canavarının olmadığından emindi ama şimdi de başka bir şeye kafasını takmıştı.
Yoksa bu adadaki esrarengiz olayların arkasında insanlardan farklı ve hatta Lord’un dışında biri mi var? Asıl onlar mı bizim bu adadan ayrılmamızı ve dış dünyadan soyutlanmamızı istiyorlar?




Write a comment ...