ESRARENGİZ KULE NİÇİN YAPILMIŞ
OLABİLİR?
Mark, onun gibi bir zekiye son sözlerini yakıştıramamıştı.
“Ahmak Abraham! Peki, göldeki adamızı görebiliyor musun?”
Abraham bu soruyla hatasını anlamıştı. Onun görememesi bir şeyin olmadığı anlamına gelmezdi. Gölün kıyısını görebilse de daha ilerisini sisin olmadığı berrak havada dahi göremiyordu. Âcizliğini ve sınırlı bir görüş alanına sahip olduğunu hatırlattığı için Mark’a teşekkür etti. Abraham, dikkatini derya ve kıyılar yerine adanın iç tarafına yoğunlaştırınca âdeta gözleri dört açıldı. Gördüğüne inanamamıştı, eliyle gözlerini ovuşturduktan sonra tekrar baktı. Gördüğünden emindi, insan çok uzaklara bakınca olmayan bir şeyi var gibi görebilirdi.
Zaman zaman güneş ışınlarının göle düştüğü anlarda sanki çok uzaklarda bir şeyin göl üzerinden yakınlaştığını görür gibi olurdu ama bu görüntünün böyle bir şey olmadığından emindi. Çünkü gördüğü ufak tefek kısa bir şey değildi. Mark da onun bakışlarından tuhaf bir şey gördüğünü anlamıştı, merakla sordu:
“Ne var, bir şey mi oldu?”
“Anlatsam inanmazsın! Bence gidelim ve gördüğüm şeyi elimle de hissedeyim.”
Abraham gördüğü ilginç şeyin biraz ilerisinde ağaçların olmadığını ve orada nedense bitki örtüsünün de olmadığını gördü. Ormanın içindeki bu yuvarlağımsı boşluğa bir anlam veremese de burada büyük bir kaya gibi bir şeyin olabileceğini düşündü. Abraham, dikkatle kaya surundan indikten sonra gördüğü şeye doğru gitmeye karar verdi. Mark bir yandan meraklı sorular sorarken duyduğu efsaneyle ilgili verdiği sözü söyleyip söylememe de tereddüt ediyordu. Belki ağzından kaçırdığı için belki de senden önce ben o ilginç şey hakkında bilgi sahibiydim mesajı vermek için:
“Göğe doğru yükselen kuleyi mi kastediyorsun?” diye sordu.
Roller değişmişti, bu sefer de Abraham ısrarlı sorular sormasına rağmen Mark sessizliğe gömülmüştü. Abraham onun kendinden intikam aldığını düşünse de çok üstelememeyi tercih etti. “Hele bir bu ilginç şeyi görelim, ben Mark’ı sonra sıkıştırırım.” diye düşündü.
Mark ve Abraham, meşeye benzer ağaçlardan oluşan uzun bir fundalığa ulaşmıştı uzun ve geniş ağaçlardan oluşan bu fundalıkta ağaçların çokluğundan dolayı gün yüzü görmeyip havasız kalan yaprak ve dallar vardı. Islak yapraklardan ve çürümeye yüz tutmuş ağaçlardan olsa gerek iki genç kâşifin burunlarına ağır bir çürük yumurta kokusu gelmekteydi. Baş ve işaret parmaklarıyla burun deliklerini kapatarak ilerlerken Abraham:
“Bu kocaman şey nereye gitti, yer yarıldı da içine mi kaçtı?” diye söylenirken aklına koku ile ilgili çeşitli senaryolar gelmekteydi. Hâlâ aklı göl canavarındaydı ama canavarın böyle muntazam bir yapı yaptığına inanması saçmalıktan öteydi. Mark, geriden Abraham’ı izlerken karışık duygular içindeydi. Bazı gerçekleri anlatması söz verdiği arkadaşlarınca hainlik olarak tanımlanacaktı. Abraham ise bu durumu bilgi paylaşımı ve hayatı, kâinatı anlayıp yeni icatlar için kazandıkları önemli tarihsel tecrübe diye ifade edecekti. Zaten bu sır, eninde sonunda öğrenilecekti.
Kaldı ki hadi Lord gibi yobaz ve statükoculara karşı bu sırrın gizlenmesi makuldü ama Abraham gibi yeni fikirlere açık ve her inanca saygılı, erdemli kişilerden bunu saklamak hiç de makul değildi. Ama gizlilikle ilgi verdiği sözü tutmaktan başka seçeneği yoktu. Abraham gibi akıllı kişiler, bu gizemleri öğrenince ve uzun bir süre bunların gizlendiğini anlayınca şöyle düşünebilirdi:
“Bunlar ahlaki değerlere, kanunlara ters bir şeyler yapıyorlar ki bu kadar gizlediler!”
Abraham:
“Bulamıyorum, nereye gitti bu?” dediği anda yaprakların olmadığı küçük bir aralıktan gökyüzünü gösteren Mark:
“Bunu arıyor olmalısın.” dedi.
Abraham, seninle sonra konuşacağız der gibi baktıktan sonra yaklaşık otuz metre göle doğru ilerleyeceklerini anladı. Önündeki son dalı da çekince aradıkları şeyi bulduklarını fark etti. Ortalama iki metre çapında olan uzun kule önlerindeydi. Kule o kadar uzundu ki o gün az sis olsa da bulutlara kadar uzandığı için kulenin ucu görülemiyordu. Kulenin etrafında bir tur atınca küçük bir kapının olduğunu gördüler. Göğe kadar yükselen bu ilginç kulenin içine girmek onları korkutmuştu. Mark, bilinçaltının etkisiyle olsa gerek
“Zannedersem Tanrı bununla yeryüzüne iniyor, O’nu kızdırmamalıyız.” dedi.
Abraham:
“Tanrı sana akıl fikir versin!” dedikten sonra “Ne kadar çelişkilisin ben dinle ilgili bir şey desem beni ahmaklıkla suçluyorsun ama kendin Tanrı ile ilgili tuhaf tuhaf şeyler söyleyebiliyorsun.” dedi.
İki kâşif birlikte kapıyı açtılar, çekinerek kafalarını uzattıklarında göğe doğru uzanmış bir boşluk gördüler. İçerisinde dışarıya açılan bir cam dahi olmadığı için dışarıya göre daha karanlık olsa da yeterli bir aydınlık vardı. Abraham gözlerini zumlayınca kalenin duvarının içinde adım adım göğe doğru yükselen merdiven basamaklarının olduğunu gördü. Fakat bu basamaklar nemden dolayı yosunlu ve yaban otları ile doluydu. Bu görüntü uzun zamandır hiç kimsenin bu merdivenleri kullanmadığını gösteriyordu. Zaten merdiven basamağı olarak kullanılan çıkıntılar küçük ve inceydi, üstüne kaygan yosunun olması da tırmanmayı imkânsız hâle getiriyordu. Abraham yosunları göstererek:
“Sakın tırmanmaya çalışıp da göğe ulaşmaya kalkışma. Tanrı yerine mevta olursun!” dedi.
Mark ise eliyle ittirir gibi yaparak:
“Şimdi seninle uğraşamam.” dedi.
Abraham, başını aşağıya çevirdiğinde gördüğünden korktu. Tabanda ince tahta bir zemin vardı. Bu zemin, kule duvarından içe doğru yapılan çıkıntılı dört tarafındaki taş ile desteklenmekteydi. Küçük taşlardan oluşan merdivenle bu tahta zeminden aşağıya inilebildiğini ve en alttaki merdivenin yanında kemik parçalarının olduğunu gördüler. Aşağısının daha karanlık olduğunu anlayan Abraham, meşalesini yakarak aşağıyı aydınlatmaya karar verdi.
Aklından bazı senaryolar geçiyordu. Birçok inanç gibi monoteizmde kabul gören yaygın anlayışa göre cehennem, yerin altındayken, cennet göklerdeydi. Makul olmasa da aşağıda cehenneme açılan bir pencere veya kapı olabilirdi. Belki bu kapıyı ilahi beyanlarda anlatılan hususları cisimleştirmek isteyen biri yapmıştı. Bu kişi, kuleyi anlatılan fizik ötesi âlemlerin avam halk tarafından da rahatlıkla anlaşılabilmesi için yapmış olabilirdi. Zaman zaman Mark’ın da dile getirdiği gibi insanın tanrılaşması gibi tuhaf amaçlarla da yapılmış olabilirdi.
İnsan, duyduklarından belki kısmen korkabilir. Uydurma hikâye olduğunu düşünse bile ya gerçekse düşüncesi ile anlatılan korku dolu hikâyeyi pratikte yaşamaktan kaçınır. Bu yüzden Abraham da Mark da gizemli mağaraya, perili ormana ve canavarlı göle girmekten uzak durmuşlardı. Abraham, cesaretini toplayıp cehenneme açılan kapının keşfini yapmaya karar verdi. Birkaç merdivenden indikten sonra hoplayıp yere indi toprak gibi yumuşak bir yere ayak basmayı beklerken çıkan sesten ve ayağındaki histen sert bir zeminde bulunduğunu ama buranın kaya ya da taş gibi değil farklı bir sertlikte olduğunu anladı.
Ayrıca kule duvarına doğru kaymasından ve dengesini son anda sağlayabilmesinden zeminin düz olmadığını da fark etti. O anda cebindeki bıçak yere düştü, eğilip onu alırken bir gücün demir saplı bıçağı yere çektiğini anladı. Aklındaki tahminin doğru olup olmadığını anlamak için bıçağını askıda tuttu. Zeminin düz olmayıp iki yarım dairenin birbirine temas ettikleri çapta yukarıya doğru eğimli olduklarını gördü. Yukarıdan onu izleyen Mark, ondan önce söyledi:
“Yerde birbirine doğru bakan yarım daire şeklinde iki mıknatıs var. Demir saplı bıçağı çektiler.”
Abraham kafasını sallayarak onu onayladıktan sonra:
“Evet, haklısın ve duvarları kırmızı. Biraz da etrafa saçılmış kemikler var.” dediği anda fark edemediği gerçeği anladı. Bu kırmızı kan rengi dedikten sonra kekeleyerek devam etti:
“Bu, bu, bu nasıl bir manyaklık? Delinin biri hayvan öldürüp kanını duvarlara sürtmüş ama kemikleri de toplu değil, etrafa dağınık kan ve et parçaları duvarlara yapışmış. Manyaklığını geçtim bunu nasıl yapabilmiş? Yani hayvan patlamış da etrafa saçılmış gibi…”
Abraham Mark’a dönerek hâl dili ile “Böyle olmuş olabilir mi?” diye sorunca:
“Burada bir çeşit ayin yapılmış olabilir. Kedileri vahşice katledenlerin olduğunu kütüphanedeki papirüslerden okumuştum. Bu da öyle bir şey olmasın? Adada böyle ayin yapanların olduğunu duymasak da sen de biliyorsun ki bazıları gizli işler çeviriyor.”
“Sen kedi, köpek, ayin hikâyeleri oku diye mi o kitapları okumana imkan veriliyor.” diye aklından geçirdi Mark
Korktuğu başına gelmişti, insanlar çevrelerinde anlamlandıramadıkları olaylarla karşılaşınca bu hadisenin failinin gizli işler çevirenler olduğunu düşünerek sorgusuz sualsiz onları infaz ederler.
“Dostum her gizli iş çeviren kötüdür diyemeyiz. Mesela biz Lord’dan ve adalılardan gizli olarak buraya geldik. Ne yani biz kötü müyüz? Sen de biliyorsun adadaki bazı erkek gençlerin kaybolduğunu, e yani onları ikimiz mi kaçırdık?” diyen Mark, yerdeki kemikleri eline alıp sordu:
“Sence bu hangi hayvanın kemiği?”
Mark sorusuna cevap beklemeden devam etti:
“Kedi, köpek gibi o ritüellerle bağlantılı hayvanların kemiklerine benzemiyor. Ortada böyle bir baş ve kemik yok.”
Tebessümle Abraham’ın yüzüne bakıp devam etti:
“Bence bu, senin midenin her gün olmasa da en az haftada bir yaptığı ritüellerden geriye kalan kemik. Daha hâlâ ne diye avalca bakıyorsun. Bu tavuk kemiği! Hiçbir ayinde bu hayvan kullanılmaz.”
Abraham belki de saflığını örtbas edip altta kalmamak için cevap verdi:
“Belki kedi, köpek bulamayınca tanrılarına: ‘Bu seferlik böyle olsun, idare et. Sonra telafi ederiz.’ demiş olmazlar mı?”
Abraham Mark’ın gülmediğini görünce:
“Şaka yapmak istedim. İnançlarla dalga geçmek gibi bir niyetim yok.” dedikten sonra sordu: “Peki, senin görüşün ne?”
“Benim asıl dikkatimi çeken bu yerdeki iki dev mıknatıs. Görmüyor musun? Göğe metrelerce uzanan bu kule, sadece bu iki büyük mıknatıs için yapılmış gibi.”
Abraham:
“Seni çok iyi tanıyorum. Sen de bana biraz hak ver, bir şeyler biliyorsun ama bana anlatmıyorsun. Ee ben de çeşitli kurgular üretiyorum.”
Mark ona baktıktan sonra:
“Peki…” diyerek anlatmaya başladı:
“Asırlar önce atalarımız, zulümden kaçmak için yaşadıkları Mezopotamya topraklarından bu adaya tesadüfen gelmişler. Gemide kimlerin olduğunu biliyoruz ama aralarında çok az kişinin bildiği iki kişi daha vardı. Onlara simyacı derler. Onlar da diğer arkadaşları gibi kendilerini gizlemek zorunda kalmışlar. Çünkü toplum onları Tanrı’ya karşı gelen ve meydan okuyan kişiler olarak bilmiş. Onları kendilerinden soyutladıkları yetmiyormuş gibi bir de vahşice katletmek istemişler. Maalesef bazı simyacıları çarmıha gererek bu amaçlarına ulaşmışlar.”
Abraham araya girerek:
“Atalarımızın zulümden kaçtığı sıralarda ortaya çıkan kurtarıcının çarmıha gerilerek öldüğünü anlatan papirüsler okudum. Ne yani o da mı simyacıydı?” dedikten sonra kafasını sağa sola sallayarak:
“Bir simyacı olmadığı kalmıştı.” dedi.
Mark:
“Hayır, eksik dinliyorsun. Ben öyle bir şey demedim. Hem senin de diğerleri gibi anlamadığın bir şey var. Lütfen dikkatini bu cümleye ver.” dedikten sonra devam etti:
“Simyacılık bir din veya ideoloji değildir. Simyacılar gök bilimleri, ruhun mahiyeti, matematik, yaratılış, kimya, fizik ve benzeri birçok ilimle ilgili araştırma yapmışlar. Bu kişilerin kimisi Tanrı’ya inanırken kimisi yıldıza tapan veya tabiatçıdır. Demem o ki simyacı çeşitli bilimlerle ilgilenen herkese verilen genel bir unvan olduğu için bir peygambere de bu ünvan verilebilir. Bu yüzden Hz. İsa’ya simyacı denilmesi tevhit inancına aykırı olarak kabul edilmemeli.” diyen Mark’ın söylemekte kararsız kaldığı bazı konular vardı. Simyacıların içinden çıkan ve diğerleri diye tanınan gruptan bahsetmesi durumunda Abraham’ın tüm simyacılara karşı ön yargılı olacağından korkan Mark susmayı tercih etti.
“Ama bugün simyacılık denince mitolojik ve gizli ilimler akla geliyor. Genelde de ruhlarla ilgilendiklerini biliyoruz.” dedi Abraham.
“Bilinen en eski simyacılardan biri Aristarchus’tur.” diyen Mark devam etti:
“Aristo ile aynı fikirde değildi yani güneşin dünya etrafında değil dünyanın güneş etrafında döndüğünü dile getirmişti. Bence de mevsim ve günlerin böyle muntazam olması için onun dediği gibi olmalı. Hatta bir kuvvetin başta denizler olmak üzere her şeyi yerin merkezine çektiğini ve bu sayede yuvarlak olan bu gezegenden hiçbir şeyin gök boşluğuna yayılmadığını söylemiştir.”
“Yani dünyanın düz değil yuvarlak olduğunu söylüyorsun.”
“Evet, bunu yaz bir yere, demedi deme.” dedi Mark kendinden emin bir yüz ifadesiyle.
“Tamam, tüm bu anlattıklarınla bu kule arasındaki ilişkiye gel artık.”
“Az önce dediğim gibi iki simyacı beraberlerinde getirdikleri birçok kitap parşömen tüp ve papirüslerle beraber bu adaya gelmişler. Kafalardaki ön yargılardan dolayı hem yazılı metinleri hem bazı inançlarını diğerlerinden saklamaya devam etmişler. Bununla birlikte tecrübe, bilgi ve birikimlerini uygun gördükleri bazılarıyla paylaşmışlar. Bu arada ilginç bir şey olmuş, bu iki simyacı arkalarında bıraktıkları birçok gizemle bir anda ortadan kaybolmuşlar.”
“Neymiş gizemleri?”
“Onların ölümsüzlük iksirini bulduğuyla ilgiliymiş.”
“Yine bir efsane, yine gizemler ve yine simyacılar desem senin kızabileceğini bildiğim için susuyorum.” dedikten sonra sordu:
“Ne yani bulmuşlar mı ölümsüzlük iksirini?”
“Bilmiyorum.” diye cevap veren Mark anlatmaya devam etti:
“Asıl sorun olan kuleye geliyorum. Biliyorsun dünyanın ilk üniversitesi bizim atalarımızın bir kısmının da bulunduğu Natolia diye bilinen yerin güney doğusundaki Harran’dır. Orada yüzyıllar sonrasında bile ayakta kalan bir yapı varmış.”
Abraham araya girerek:
“Evet, okumuştum yüksek bir kule. Hatta çizimini de gördüm bir papirüsten.” dedi düşünce dolu bir yüz ifadesiyle. Bu kuleyi de oradan esinlenerek buraya ilk gelenlerin yapmış olabileceğini anlamıştı.
Mark devam etti:
“Senin bilmediğin bir ayrıntı var, önce sana sorayım o kulenin amacı neydi?” Abraham omuz silkeleyerek:
“Tabii ki güneş ve diğer gezegenlerle ilgili incelemeler yapmak, onları daha iyi gözlemlemek için. Yani astroloji için diyebiliriz.”
“Evet, bir amacı dediğin gibi ama onların başka gayeleri de vardı.”




Write a comment ...