“Abraham sakin ol dostum. Ben Mark, pencereden sizi izliyordum, beni hiç fark etmedin. O kadar çok ne anlatıyordun? Ama bundan ziyade asıl mesele, sazlıkların arkasından birinin bizim gizli botumuzu görüp kaçmasıydı. Bence bir süre beni izledi, kim olduğunu bilemedim, korktum. Ne yapalım diye sana geldim.”
Abraham omuzunu silkeleyerek dedi:
“Sen de biliyorsun kara tarafından görevlilere yakalanmadan buradan çıkmamız imkânsız. Buradakilerin ispiyoncu olduklarını sanmıyorum hem karanlıkta yüzünü görmemişlerdir. Bence hemen sandalla buradan ayrılalım Lord’a ihbar etseler de kim olduğumuzu bilemeyecekleri için sorun yok. Botla yakalanmamak için ertesi günün karanlığında tekrar bu adaya döneriz, ailelerimize uygun bir açıklama yaparız.”
Abraham ve dostu Mark, gecenin zifirî karanlığında sessizce küreklerini çekerek çevre adaya doğru ilerlemekteydiler. Aslında ikisi de hem gecenin zifirî karanlığı hem de daha önce hiç gidilmeyen en azından öyle bilinen bu adada nelerle karşılaşacaklarını bilememenin korkusunu yaşamaktaydılar. İnsan bilmediği bir yerde bilmediği bir şeyle karşılaşmaktansa bildiği bir yerde kendinden daha güçlü de olsa tanıdığı bir düşmanıyla karşılaşmak ister. Abraham, adaya gitmenin ilk fikrini ortaya atmanın arkasında durması gerektiğinden dolayı çekinse de ses çıkartamıyordu. Aklından geçirmiyor değildi:
“Ya dedemin surun diğer tarafında diye bahsettiği o yırtıcı bu tarafa geçtiyse ya benim yüzümden Mark’a da bir zarar gelirse?”
Mark’ın ada ile ilgili kaygıları bir başka boyuttaydı. Kendisine yakın olan ve gizemli işlerle ilgilenen bazı arkadaşlarından adanın hiç gidilmemiş bir yer olmadığını burada bazı kişilerin bazı mistik araştırmalar yaptığını duymuştu. Mark bu arkadaşlarının gizemli olayları anlatmaktan ve gerçekleri çarpıtarak biraz abartarak dile getirmekten mutlu olduklarını biliyordu. Aynı zamanda mutlaka bu arkadaşlarının bir şekilde bu adaya gidip bir şeyler yapmaya çalıştıklarından emindi.
Mark’ın yarım yamalak duyduğu bazı mistik olayları en yakın arkadaşı Abraham’a anlatamamasının birkaç sebebi vardı. Bunlardan biri gizliliği esas alan arkadaşlarına verdiği sözdü. Diğeri ise Abraham’ın anlatılan uçuk fikirlerden dolayı kendisi ile kafa bulmasından çekiniyordu. Anlatılanları şaka gibi bir şey zannedip sağda solda bunları anlatması bazı kuralları gizlemeye söz verdiği arkadaşlarının sırlarını ifşa etmesine sebep olacağı için cezalandırılmaktan korkuyordu. Mark, insanı ürküten derin sessizliği bozmak istercesine sordu:
“Dostum sizin ormandaki meczuptan haber var mı? Son günlerde hiç görünmüyormuş.”
Abraham’ın duyduğu şehir efsanelerinden birine göre gölün altında yaşayan devasa bir canavar, daha doğrusu bir şekilde yaşamını sürdürüp nesli tükenen dinozorlardan hayatta kalan tek biri vardı. Hikâye bu ya, bu yaratığın ölmemesinin nedeni onun bu göldeki hayat iksirini içip ölümsüzlüğe kavuşmasıydı. Abraham, o günlerde düşünmüştü: “Bu göle yaratık nasıl ulaşabilir? Etrafı, Çevre Ada dediğimiz kara toprağıyla çevrili yeri aşması bir deniz canlısı için imkânsız gibi bir şeydi. Üstelik anlatılanlar doğruysa dev ve güçlü kayalardan yapılmış surları nasıl aşabilecekti?”
Abraham o gün bunları düşünürken, babasının tarlaları sulamak için havuza dalıp, dibe yakın deliği açması, aklına geldi. Delik açılınca akan su, kanallar ile bahçelere gitmekteydi. Oysa dışarıdan bakılınca böyle bir delik hiç gözükmüyordu. Bu görüntüden aldığı ilhamla gölün ve denizin tünel gibi bir şeyle alttan birleştiğini hayal etti. Hadi bir şekilde deryadaki yaratığın alttaki tünelle adanın gölüne girip burada hapsolduğunu düşünsek bile balık olmayan ve bitki bulunmayan bu gölde canavar nasıl yaşayabilir?
Ee canavarın adalılara saldırdığını da hiç duymadıysak ve onları yemiyorsa ihtiyacını nasıl karşılayabiliyordu? Abraham, bu efsanenin de Lord tarafından insanların gölü aşıp dış dünyaya ulaşmamaları için uydurulduğunu düşünüyordu. Bununla birlikte her uydurma hikâyede gerçekten doğruluk payının olduğunu veya hakikatten esinlenerek anlatılageldiğini göz ardı etmiyordu.
Göl canavarı efsanelerinde anlatılan ve ölümsüzlüğü veren iksirle ilgili ilahi beyanlarda bazı metinler yok değildi. Ama tarih boyunca bu iksirle ilgili birçok efsanelerin anlatılması da bu konunun çarpıtıldığını gösterirken aklından: “Acaba gerçekten canavar tesadüfen de olsa böyle bir iksiri içmiş miydi?” diye kendine soramıyor değildi.
Mark sorusunun cevabını hâlâ alamamıştı ve Abraham hakkında kaygılanmaya başlamıştı. Abraham, düşündüğü canavar efsanesinden etkilenmiş olsa gerek arkadaşını duymadığı gibi dikkatle göle bakmaktaydı. Mark o an ona şaka yapıp:
“Bom!” demeyi düşünse de onun ani irkilmesi ile suya düşebileceğini göz önüne alarak bundan vazgeçti. Fısıltıyla tekrar sordu:
“Dostum, iyi misin, beni duyuyor musun?”
Abraham başını kaldırarak:
“Yok bir şey, dalmışım, afedersin.” deyince Mark meczupla ilgili merakını tekrar sordu. Önceden ara sıra onu görse de son günlerde onu hiç görmediğini söyledi Abraham.
“Umarım Mark bir imada bulunmuyor, gevezelik olsun diye soruyordur.” diye aklından geçirdi.
Ay ışığı sisle kaplı gökyüzünden çok az geçerek göle ve Çevre Ada’ya ulaşmaktaydı. Sandalın küreği ile kontrol edince suyun derinliğinin azalmasından dolayı kıyıya çok yaklaştığını anladı.
Gecenin sessizliğini bölen kükreme sesiyle birlikte korkularını gizlemeye çalışan bakışlarının ardından. “Bu neydi?” dediler. Sesin uzaktan gelmesi onları suyun ötesindeki yırtıcı hayvanlarla ilgili anlatılanların doğru olduğunu inandırmaya yetti. Bu hikâyenin doğru olması onların surun bu tarafında emniyette olduklarını da gösteriyordu ama yine de tedbirli davranmaları gerekirdi.
“Dostum, karanlık ve sisten dolayı neyle karşılaşacağımızı öngöremiyoruz. Bu yüzden bence sabahın olmasını bekleyelim, hem sandalda yatarak dinlenmiş oluruz.” dedi Abraham fısıldayarak.
Mark korkak diye takılmanın zamanı olmadığını düşünerek hemen bunu kabul etti. Sabah, tıpkı evlerinde olduğu gibi kanarya şakımaları ve muhabbet kuşlarının cıvıltıları arasında gözlerini açtılar. Kafalarını kaldırıp başlarını kaldırdıklarında geldikleri ada gibi önlerinde yemyeşil olan ve yeşilin her tonuna sahip bir cennet köşesini karşılarında buldular. Göl suyuna ayaklarını attıktan sonra inci gibi berrak kum örtüsünün üzerinde botu ittirerek karaya, dalgaların ulaşamayacağı bir yere bıraktılar.
Gemi gibi büyük olmasa da hikâyelerdeki denizciler gibi onlar da kıyıya demirlemişlerdi sandalı. Kıyıdan sonra karşılarına çıkan dik yamaca tırmanmayı göze alamadılar. Mecburen bir süre göl kıyısına paralel ilerledikten sonra dikkatli olmaları gerektiğini anladılar. Çünkü söğütlerle, sazlarla, tuhaf ve yabancı bataklık otlarıyla dolu balçık gibi bir araziye gelmişlerdi. Yeşilin her tonunun olduğu bu yerden geçerken adımlarını özenle atıyorlardı.
Aralarına mesafe bırakıp ilerlemekteydiler. Batma riskine karşı ellerine kalın dikensiz dallar almışlardı. Dalları, kıvrık yaprakları sık olan ağaçların arasından geçmekteydiler. Başlarını kaldırıp bakınca bu ağacın kendi adalarında da çokça olan meşe olduğunu anladılar. Buranın meşe ağaçlarıyla donatılmış bir fundalık olduğunu gören Abraham, Mark’a seslendi:
“Dur, sakın basma!”
Mark, önce ayaklarının altında bataklık olduğunu sonra da küçük bir kaplumbağanın olduğunu gördü. Eliyle süpürür gibi yapıp ileriye adım atınca kaplumbağayı öldürmeyip kan davasına sebebiyet vermediği için mutlu olmuştu. Çünkü birkaç adım ilerisinde küçük kaplumbağanın ailesi olduğunu düşündü. Farklı büyüklükte birçok kaplumbağa gördü, evin sahibi gibi duruşları olan ve özel mülkiyetlerine izinsiz girilmiş gibi bakan bu kaplumbağaların hâl dilini anlamıştı Mark.
“Bu adanın sahibi biziz. Ey insanoğlu ne işin var burada? Derhâl burayı terk et!”
Mark da bakışlarıyla onlara:
“Sizi sinek gibi ezerim, bana öyle kızgın bakmayın! Ailenle mi beni tehdit ediyorsun?” demişti ki önündeki çalılar ve ağaç yapraklarından meydana gelmiş yeşil örtüyü açınca sözünü geri almak zorunda kaldı. Abraham’a dönerek:
“Dostum, bu hayvanlarla iyi geçinmeliyiz. Burada sadece tek bir aile yok, kaplumbağa türünün hepsi burada toplanmış.”
Abraham, bakınca arkadaşının abartmadığını ve hatta eksik söylediğini anladı. Kuyruklu, kuyruksuz, ince, kalın kabuklu ve farklı desenli birçok kaplumbağa türünün olduğunu gördü. İki cesur genç gördükleri tablodan biraz korktular. Bu hayvanların yırtıcı olmayıp insana fiziksel olarak saldırmayacakları gibi onların zehirli bir gazla ikisine de zarar veremeyeceklerini bilmelerine rağmen endişe ve şaşkınlık dolu gözlerle onlara bir süre baktılar.
Abraham aklından:
“Göl canavarı beklerken ada kaplumbağaları ile karşılaştık.” diye geçirdi. Hayal dünyası onu ileride bu kabukluların kralı sayılabilecek büyük bir kaplumbağanın onları beklediğini söylemekteydi. Üzerlerindeki şaşkınlığı atıp biraz ilerleyince yeni sürprizi fark ettiler. Bu kabukluların yol üzerine dizilmiş birçok at arabası gibi dizildiklerini anladılar. Abraham’ın en güzel hissiydi merak duygusu, kişilerin mahremiyetine zarar vermediği sürece. Hayvanın mahremiyeti mi olurmuş, diye içinden geçirdikten sonra kendi kendine sordu:
“Bunlar sıra hâlinde nereden gelip nereye gidiyorlar?”
Kaplumbağaların geldikleri istikamette yürümeye devam ettiler. Birkaç yüz metre ilerleyince anlatılan efsanelerden birinin gerçek olduğunu anladılar. Çünkü önlerinde kocaman kayalardan işlenmiş devasa surlar vardı. Efsanede anlatıldığı gibi adanın en yüksek yerlerine yapılmıştı bu surlar. Evet, bir kısmının genelde yüksek dağların uç kısımlarında olan sivri kayalar olduğunu gözlemlediler ama bu sivri kayaların arasındaki daha ince taşların sonradan buraya yerleştirildiği aşikârdı.
Kaplumbağaların ise bu surun çok daha altında bir yerden geldiklerini fark ettiler. Yabani ot ve çalılarla kapalı bu yere doğru birkaç adım atınca orasının bataklık olabileceğini düşünerek bundan vazgeçtiler. İstikametlerini dağın uç noktasındaki sura doğru değiştirdiler. Mark, Abraham’a sura doğru tırmanmanın çamurlu toprak ve kaygan kayadan dolayı çok tehlikeli olabileceği uyarısında bulunmasına rağmen Abraham, bu ikazı umursamadı.
“Dostum gün bugün. Anlattıkları gibi surun öbür tarafında, yırtıcı bir hayvan var mı ve her yer sular altında mı, bunu bugün değilse ne zaman anlayabiliriz?”
Mark, ne hâlin varsa gör, der gibi baksa da kayması durumunda onun yuvarlanmasını önlemek için arkasından dikkatle ve bir yerlere tutunarak ilerledi. Abraham, zor da olsa yamacın ucuna ulaşmıştı. Sur, muntazam yapılmadığı için çoğu yerde dışa doğru bombeliydi. Yapımındaki doğal kayalardan dolayı böyle bir durumun oluşması normaldi ama Abraham için sıkıntı vericiydi. Çünkü surun yüksekliği üç, dört metre olmasına rağmen bu kayalarda girinti olmadığı için basacak yer bulamıyordu.
Sur boyunca yaklaşık otuz metre ilerledikten sonra uygun basacak yeri bulabildi. Kayanın sağlam olup ufalanmadığını da anlayınca sağ ayağını basamağa koyup kendini surun üstüne hoplattı. Abraham, bir süre Çevre Ada’nın en yüksek yerinden etrafa baktıktan sonra Mark’ın, “Hadi bana da anlat.” diyen bakışlarını görünce anlatmaya başladı:
“Surun diğer tarafında bize anlatıldığı gibi denize doğru beş yüz metrelik bir mesafe var ve burada dağ daha diktir. Bu yüzden burası doğal bir surdur. Deryadan gelen hiç kimse içeriyi göremez ve bu suru aşıp iç tarafa kolay kolay giremez.
Abraham, güneşli havada sağ elini gözünün üstüne kapatıp gözünü kıstı. Hâlinden belliydi çok uzaklara bakmaya çalıştığı:
“Dostum bu dik dağ ve sur adanın her tarafını sarmış, göremediğim kısımların da böyle olduğunu dağın ilerlemesinden tahmin edebilirim.”
Abraham kafasını çevirip deryaya baktıktan sonra:
“Evet doğruymuş, burada her taraf su. Gözümün gördüğü her yer… Yani, söylemek istemiyorum ama Lord haklıymış, ikinci tufan olmuş ve diğer insanlar suların altında kalmış.””




Write a comment ...