Hayatımızdaki bazı kavramların bireylerin yaşamına ve tarihin akışına çok büyük etkileri vardır. Şüphesiz “miras” kavramı da bu kategoride değerlendirilebilir. Her birey, ailesinden gelen belirli bir mirasla yaşamak zorunda olduğu gibi milletler ve inananlar da tarihlerinden gelen baskı ve beklentilerin etkisiyle yaşamak zorundadır. Bu miraslarla kişi, belki büyük bir varlığa, belki krallığa belki de toplumun önderi olma gibi önemli bir mevkiye sahip olabilir.
Peki, kişinin hakkı var mıdır reddi miras yapmaya? Reddi miras, genetiğimizden gelen bazı hastalıkların gerçekliğini değiştirmeyebilir ama doğumdan sonra sahip olduklarımızı kabul etmeme imkânını verir. Bununla birlikte kabul etmeliyiz ki ister Batı, ister Doğu medeniyetinden olalım bireyin ecdadından gelen millî kimlik, inanç gibi miraslara sırtını dönmesi hem çok zordur hem de bunu yapana büyük acılar yaşatır. Tabii ki, bu demek değildir ki kişi batıl inanç gibi anlayışlarla yaşamak mecburiyetindedir.
Kişinin hurafe, bağnazlık dediğimiz inanışlarını çıkartıp erdemli olma, dürüstlük, yardımlaşma, sevgi gibi değerleri vurgulayan inançlarını yaşatması hem kendi hem toplum sağlığı için faydalı olacaktır. İnançların tamamen yok edilmesinden ziyade batıl ve yanlış anlayışların elenmesi doğru olacaktır.
Pasifik Okyanusu’nda Afrika ve Avrupa kıtasının birbirine yaklaştığı bölgede İkiz Ada diye bilinen bir yer vardı. Kimi araştırmacılara göre asırlar öncesinden var olduğu bilinen Kayıp Şehir Atlantis’in bir diğer adıydı İkiz Ada. Sakinleri atalarının kötü miraslarını yaşamak zorundaydı. Maalesef onlardan öncekilerin reddi miras yapmamalarının bedelini zaman geçtikçe artan haksızlık, zulüm ve huzursuzlukla ödemek zorunda kalmışlardı. Asırlar sonraki torunlarının, katlanarak artan yobazlıklar ve bunun sonucu olan zulümlerden dolayı büyük acılar çekeceklerini bilselerdi ilk zulüm kıvılcımına karşı tepkisiz kalırlar mıydı?
İkiz Ada isminden de anlaşılacağı gibi bir adanın içindeki krater gölü, buradaki iki ada ve bunları çevreleyen yüksek dağlardan meydana gelmişti. Bu iki ada, bulundukları tarafa göre Doğu ve Batı Adası olarak adlandırılırken krater gölünü çevreleyen kara alanı Çevre Ada olarak bilinmekteydi. İkiz Ada’nın keşfedilmemesinin birkaç sebebi vardı. Şüphesiz en büyük sebep farklı su akımlarının kesişim yerinde olmasından dolayı oluşan iklim şartlarıydı.
Adanın üstündeki gökyüzünde sis ve onu çevreleyen denizde fırtına hiç eksik olmazdı. Yılın sadece birkaç haftasında yoğun sis biraz azalabilirdi. Diğer günler birkaç metre ötesi ancak görülebilirdi. Sanki kâinatı yöneten güç bu adayı saklamak istiyordu, diyebiliriz. Denizlerde şiddetli fırtına ve yoğun sisin olduğu ada civarından geçmek riskten öte göz göre göre ölüme gitmek gibi bir şeydi. Zaten ada ne ticari ne politik ne de başka bir güzergâhın üzerinde olduğu için şartların zorlanmasını gerektirecek bir durum yoktu. Okyanusun bu tarafında sisin içinden buzdağı çıkma ihtimali olmasa da küçük bir adacığa çarpıp gemiyi karaya oturtmanın ve hatta geminin onarılmaz hasar görmesine sebep olmanın anlamı yoktu. Okyanusun ortasında gemi, hangi malzemeyle kimin yardımı ile tamir edilebilecekti?
Ada, çevresindeki fırtına helezonun aksine sakin bir iklime sahipti. Adayı çevreleyen yüksek dağlar hem adanın içindeki muhteşem görünümlü krater gölünün ve içindeki İkiz Ada’nın görünmesini engellemekte hem de ada etrafındaki fırtınanın ada içini olumsuz etkilemesinde set görevi yapmaktaydı. Bu sayede özellikle krater gölündeki adalarda birçok ürün yetişmekteydi. Sadece Akdeniz ikliminin tipik ürünü olan turunçgiller değil, karasal iklimin tahıl, buğday gibi ürünleri de yetişmekteydi. Muz, elma gibi farklı iklime ihtiyaç duyan meyveler İkiz Ada’nın kuzey ve güney taraflarında büyütülmekteydi.
Adanın dikkat çekici en önemli özelliği krater gölünde herhangi bir bitki türünün ve balığın bulunmamasıydı. Bu suda tuzlu sudan farklı bir tat vardı. Tatlı su ihtiyacı adalardaki üç ayrı tatlı su kaynaklarından karşılanmaktaydı. İki adanın da yüksekliği fazla değildi. Adalar geniş verimli arazilere sahipti. Adaların orta kısmında ise yüksek tepeler vardı ve buralardan doğan küçük dereler bulunmaktaydı. Adalardaki bitkilerin ve ağaçların büyüyüp gelişmesi de bu su kaynakları ve dereler sayesindeydi.
Krater gölündeki adalarda verimli arazilerin olması, tatlı su kaynaklarının varlığı ve uygun iklim koşulları, adanın kendi kendine yetmesini sağlamaktaydı. Adanın içindeki krater gölündeki İkiz Adalar yuvarlağa yakın bir şekle sahip olup benzer büyüklükteydiler. İkiz Adalar ve krater gölünü saran Çevre Ada’nın iç tarafında büyük köknar ağaçları varken denize doğru ise köknarların arasına karışmış çok sayıda her dem yeşil kalabilen meşeler bulunmaktaydı. Çam ağaçları özellikle İkiz Adalar’ın birbirine bakan taraflarında devasa büyüklere ulaşmaktaydı. Doğu ve Batı Adalarının tepelerinden gürleyerek doğan su, sarp kayalardan ve sıkışık vadilerden köpürerek çıktıktan sonra yayvan bir yataktan süzülerek dalgalarla buluşmaktaydı. Dereciklerin yatağı yosunlarla, bazı eğrelti otlarıyla ve sarmaşıklı küçük çalılarla doluydu.
Doğu Adası’nın toprağının daha verimli olmasından dolayı olsa gerek derenin yatağı ve çevresindeki yeşillik Batı Adası’na göre fark edilebilir oranda daha fazlaydı. Bazıları tek başına bazıları kümeler hâlinde olmak üzere diğerlerinden yüksek olan çok sayıda yüksek çam ağacı kıyıdaki pürüzsüz tonu kesintiye uğratmaktaydı. İkiz Ada’daki sarı kumun hemen birkaç yüz metre gerisinde başlayan verimli düz alanlar büyük bir alana hâkim olmasına rağmen yer yer kül rengi korular bu bütünlüğünü bozmaktaydı. İkiz Ada’nın ortasındaki yüksek tepenin en uç noktasında bitki örtüsü oldukça zayıflamakta ve burası çıplak kayadan oluşmuş sivri kule uçları gibi göğü delmekteydi.
Krater gölünün Doğu Adası’nın sakinleri kendi ekosistemlerinde dış dünyadan bağımsız olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Adanın dışındaki dünyadan haberlerinin olmamasının bir sebebi adanın çevresindeki sert fırtınalar ve kıtalara uzak olması olsa da asıl sebebi inançları gelenekleri ve asırlardır ecdatlarından aldıkları bazı hurafelerdi.
Ada sakinleri ahşaptan yapılmış ve üzeri suyu geçirmeyen toprakla kaplanmış evlerde yaşamaktaydılar. Çatı yerine kullanılan toprağın su geçirmez bir özelliğe sahip olması için üzerine koydukları yuvarlak sert kayalarla toprağı iyice sıkılaştırırlardı. Her evin önünde küçük bir bahçe bulunmaktaydı. Bahçelerin etrafı ince çıta ile çevrelendiği gibi içinde domates, biber, patates, soğan gibi sebzeler yetiştirilmekteydi. Ada sakinleri mahremiyetlerine dikkat ettikleri için ince bahçe duvarlarının özellikle komşuya bakan kısımları yüksekti.
Adada hayvan besiciliği için özel yerler vardı. Büyükbaş, küçükbaş hayvan, tavuk, balık ve bir köpek çiftliği Doğu Adası’nın kuzey tarafında yan yana dizilmişti. Hayvanlarla ilgili yapılacak her işlem burada yapılmaktaydı. Doğu Adası’nın güney ve doğu taraflarındaki köyler ile kuzeydeki çiftlik, patika ve yollarla birleşmekteydi. Adanın ortasındaki tepenin hemen altındaki düzlükte ve ibadethanelerde ada sakinleri zaman zaman bir araya gelmekteydi. Bu düzlüğün hemen yukarısında alçak duvarlarla çevrili şato vardı. Zaman zaman adanın Lord’u olarak bilinen Ochiyan, halka yeni kararlarını buradan meydandaki adalılara bildirmekteydi.
Abraham, on üç yaşına girmişti. Artık çevresindeki hadiseleri yorumluyor, alışkanlıklarını, âdetlerini ve yaşam tarzlarını sorguluyordu. Her evlat gibi o da dünyaya gözünü açtığından beri gördüğü ve kendisini doyuran, içiren, ağladığında yanında olan ebeveynlerini en büyük rehber olarak görmüştü. Çocukluk dönemine girdikten sonra da anlatılan masallarda ve kurduğu hayallerde babasını adanın öteki tarafından gelebilecek üç başlı canavara karşı mücadele eden ve onu öldürebilecek güçte olan bir kahraman olarak görmüştü. Şüphesiz anlatılan dinî ve mitolojik hikâyelerin onun bilinçaltını etkilemesi nedeniyle şeytanların ve canavarların olduğu hayalleri de kurmaktaydı.
Ergenlik dönemine girdikten sonra kahraman babasının aslında diğer adalılardan farklı olmadığını, rutin günlük işler yaptığını, onun da herkes gibi yorulduğunu, öfkelendiğini, hastalandığını, âciz kaldığı durumlarla karşılaştığını gördü. Evet, babası yardımsever, çevresini umursayan, ailesine düşkün biriydi ama onun da yeri geldiğinde cimrileşen, çevresini umursamayan ve kibirlice davranışlarda bulunan biri olmasını verdiği öğütlerle bağdaştıramıyordu. Bu yüzden olsa gerek kendisine yeni rehberler bulmaya yönelmişti.
Bu arayışı sonuç vermişti. Başarılarından dolayı sadece bir elin parmağı kadar kişinin girebildiği adanın kütüphanesine girme hakkına sahip olmuştu. Kütüphanede hatırı sayılır gök bilimi kitaplarıyla birlikte kimya, fizik, biyoloji, matematik ve sosyoloji ilmiyle ilgili kitaplar da vardı.
Asırlar önce büyük bir zulümden kaçan ataları bu büyük hazineyi sandıklar içinde bu adaya getirmişti. Ataları o dönemin bilim merkezi Mezopotamya ve Mısır’daki muhteşem medeniyetleri görmüşlerdi. “Söz gider, yazı kalır.” anlayışını göz önüne alan bu mazlum topluluk öğrendikleri her bilimi yazıya dökerek ölümsüzleştirmişti. Onlar papirüslerini parşömenlerini alıp bu adaya gelirken azgınlaşmış firavunlar, İskenderiye, Kudüs ve Harran gibi şehirlerdeki kütüphaneleri ve içlerindeki paha biçilmez eserleri yok etmişlerdi.
Adanın en büyük talihi, sahip olduğu bilgi hazinesinin zarar görmemesiydi. Abraham’ın dinler tarihinin ve atalarının dinlerinden biri olan paganizm ve simya ilmi ile ilgili bilgilerin yer aldığı bölüme girmesi yasaktı. Fakat ergenliğe yeni yeni giren her genç gibi o da bu yasakların çiğnenmek için olduğunu düşünürdü. Tabii ki yakalanmamak bu oyunun en önemli kuralıydı.
Abraham, her haftanın ilk gününde olduğu gibi babasıyla balkondan meydana hitap eden Lord’un emirlerini dinleyip haftanın verimli geçmesi için yapılan bereket ritüeline katıldıktan sonra onunla meydandan ayrılıyordu ki Lord’un adamlarının babasına seslendiklerini duydu.
“Petrus, Lord’umuz seni ve oğlunu görmek istiyor.”
Abraham adı gibi biliyordu babasının:
“Yapacak çok işim var, gelemem.” diyemeyeceğini. Merak ettiği şey, babasının onun önünde nasıl ezilip büzüleceğiydi. Lord’un önüne babası ile çıkınca bu kadarını beklemiyordu. Babası birden onun önünde eğilerek tapma pozisyonu aldı. Abraham bir süre Lord ile göz göze gelip eğilmemeyi tercih etse de babası onu dürtünce o da alnını toprağa değdirmek zorunda kaldı.
“Petrus, sana güvenim sonsuz ama yine de senden duymak istiyorum. Çam ormanına sizden başka giren yok değil mi? Gerekirse ormanı çevreleyen duvarları yükseltir ve yanına birkaç adam verebiliriz. Sakın bu konuda dikkatsiz davranma!”
Petrus’un aklına bir anda saçı, sakalı birbirine karışmış meczup gelmişti. Abraham’ı zaman zaman onun yanında görmüştü. Ne zaman onu yaka paça dışarıya çıkartmaya niyetlense adam birden ortadan kaybolmaktaydı. Bu gerçekleri anlatsa Lord’un öfkesine maruz kalacağını bildiği için bu konuda bir şey dememeyi tercih etti.
“Hayır, efendim hiç kimse girmiyor. Size kim karşı gelebilir?” dedi korktuğunu gösteren titrek sesiyle.
“Güzel, tedbiri elden bırakma!” dedikten sonra eliyle çıkarabileceklerini işaret etmişti ki “Petrus!” dedi ve devam etti:
“Yanındaki emanete de iyi bak, inancımızı ve geleneklerimizi iyi öğrensin! En önemlisi de Lord’un önünde nasıl duracağını iyi bellesin.”
Petrus, Abraham’ın dalgınlığından dolayı saygıda kusur ettiğini, aslında saygılı bir genç olduğunu söyledikten sonra başı eğik efendisinin huzurundan ayrıldı. Abraham bir ara Lord’a elini uzatıp: “Selam, ben Abraham.” demeyi gerçekten düşünmedi değil ama son anda içindeki sesin: “Babanın hatırına bu kibir abidesinin kuyruğuna basma!” seslenişini duyarak bundan vazgeçti
Petrus uzun zamandır aklında olanı sordu:
“Oğlum ormandaki meczubu birkaç defa yanında gördüm, onunla ne işin var?”
“Birkaç defa benden ekmek ve su istedi. O meczubla başka ne işim olabilir” diye omuzunu silken Abraham konuyu değiştirmek için babasını soru yağmuruna tuttu.
“Söyler misin baba bütün insanlar eşit değil mi, öyleyse niçin bizim gibi bir insanın önünde eğilip büzülüyoruz?”
Petrus kaşlarını çatarak dedi:
“Sana kaç defa dedim, kütüphanenin yasaklı kitaplarını okuma diye! Başın bir gün büyük belaya girecek, seni ben de kurtaramam o zaman. O kitaplar aklını karıştırıyor olmalı. Ayrıca yasak kütüphaneye gittiğini her yerde anlatma. Lord’un gizli casusları duyarsa başın büyük belaya girer.”
Abraham babasının kendisini korkutmak için sıklıkla dediği Lord’un gizli casusları var sözlerini artık umursamıyordu. Fakat babasının diğer sözlerine karşı hiç de altta kalmaya niyeti yoktu, alay dolu bir sesle dedi:
“En doğal hakkım olan kitap okumak, affedilemez bir suç olmalı!” dedikten sonra ilave etti:
“Hem ben anlamıyorum neden sadece benim ve birkaç kişinin oraya girmesine izin veriliyor? Daha açıkçası benim ayrıcalığım ne?”
“Eee bu sorunun cevabını biliyorsun. Lord’un yaptığı sınavı geçen tek çocuk sendin.”
İkiz Ada özellikle geometri alanında oldukça ileriydi. Bu ilimle güneş ve yıldızlarla ilgili bazı hesaplamalar yapmakta, buldukları rakamsal değerlerle onların dünyaya ve insanlara etkisini araştırmaktaydılar. Bu yüzden Lord, çocuklar arasındaki zekileri keşfetmeye çalışıyordu. Onlardan isteği şuydu; Her yerde derinliği yirmi beş metre olan gölde Lord, suyun kaldıramayacağı kadar ağır olan kutsal tacı, denize fırlattı. İpi kestikten sonra yüz metre ipten geriye otuz beş metre kaldığını söyledi ve göl derinliğinin her yerde aynı olduğunu hatırlattıktan sonra dedi:
“En kısa sürede kutsal tacı bana getirene ödüllerim var!”
Abraham, diğer öğrencilerin aksine hemen suya dalmayıp parmaklarıyla bir şeyler hesapladıktan sonra aklından geçirdi:
“Her kulacım iki metre ise otuz kulaç sonra suya dalmalıyım ve tabanda daire şeklinde hareket ederek tacı aramalıyım.”
Abraham akıllı bir çocuktu, kısa süre sonra tacı bulup çıkardı. Abraham bunu nasıl yaptığını kumsala çizdiği üçgenle anlattı.
65²-25²=60² (Geometrik kural gereği üçgende dik kenarların kare toplamı, hipotenüs karesine eşittir.)
Abraham şekille tacın kıyıdan 60 metre uzaklıkta olduğunu ispatladıktan sonra ekledi:
“Ama Lord’umuzun göle bu tacı hangi yönde attığını bilemiyordum. Bu yüzden kıyıdan 60 metre uzaklıkta kuzeye ve güneye doğru yaptığım araştırmalarda daire yayı etrafından ayrılmadım.”
Halkın aval aval baktığını fark edince bunu da şekille anlatmaya karar verdi:
“Yukarıdan göle baktığımızı düşünün, iskeleden atlamaya hazırlandığım yeri, dairenin merkezi kabul edersek, buradan 60 metre gitmeliydim. Ama hangi yöne atlayacağımı bilemeyeceğim için çeyrek daire çevresinden ayrılmadım.”
Adalıların alkışlarını alan Abraham son şovunu yaptı:
“Tabii su her ne kadar durgun olsa da suyun kaldırma kuvvetini de hesaba kattım. Ayrıca Lord’un ipi atan kolunun iskeleden uzaklığını da hesaba katmalıydım. Bu yüzden yanılma payını göz önüne alarak bahsettiğim çeyrek daire çevresinin biraz içerisine ve dışarısına dikkatle baktım.”
Adalı, kaldırma kuvveti gibi ifadeleri anlamasa da onun bilimsel terimler kullandığını düşünerek onu daha bir coşkuyla alkışlamıştı.
Abraham o günü hatırladıktan sonra ellerini havaya kaldırarak dedi:
“Ben hâlâ anlamadım Lord’un verdiği ödülü. O kocaman çam ormanına seni bekçi yapması ödül değil sürgün!” Abraham aklından geçirdiği “Önceden rahatlıkla ormana girip çıkıyordum, şimdi ise sen varken…” ifadesini demedi.
“Neymiş, ben de sana yardım edecekmişim! Adanın ortasındaki güzelim evden taşındık ve sen artık eskisi gibi rahat değilsin. Hem bana kütüphanenin bir bölümü neden yasak? Madem bilim adamı olacağım her kitabı okumalıyım.”
Babası sırıtarak cevap verdi:
“Açıkçası benim de hayatımda cevabını bilemediğim sorular var.”
Abraham babasının ona takılmak için felsefi konuştuğunu sanmıştı ama Petrus bazı gerçekleri üstü kapalı ima etmişti.
Abraham ve Petrus, adanın batı tarafındaki dev çam ormanlarına yaklaşmışlardı. Ormanın başladığını gösteren ve girilmesi yasak bölgenin sınırlarını belirleyen altı kaya, üstü yüksek ve kalın kalaslarla çevrelenmiş duvarı gösteren Abraham:
“Bunun yapılış amacı ne?” diye sordu.




Write a comment ...